27 Haziran 2011 Pazartesi

Şiyir saati:)))

Bugün birden ansızın bana ilham geldi dostlar! Ben de ne yapayım, şiir yazamayacağıma göre benim yazdığım olsa olsa şiyir olur dedim ve gelen ilhamla bir anda aşağıdaki satırları karaladım:

Şiirin adı : Kedim
 

KEDİM (hani şiir okurken ufak çocuklar anlamsızca bağırır ya, öyle hayal edin:)))))



Kedim biraz şişmandır,
göbeği yastık gibi,
dötü kafasından büyük,
kafası düğme gibi.


O bir küçük prensestir,
kulakları pespembe.
Ara sıra silerim
dötünü ıslak mendille.

Kulağına üflerim,
göbeğini dürterim.
O da basar tırmığı
ben de küfür ederim.

Hergün kakesini ararız
miktarına bakarız
eğer beğenmez isek
zeytinyağını dayarız.

Kedim pek tonton adeta kadife
her hafta bakımı var furminatör ile
gördünüz işte dostlar, ne kadar da cimcime
kucağıma gelsin de yuvarlanalım birlikteee:)))


Akşam şiirimi evde okudum, annem biraz kıskandı galiba;  kedinin dötüne şiir yazılıyor bize yok filan diye sitemler etti. Eyvahlar olun, ne yapacağım ben şimdi?

xo xo

26 Haziran 2011 Pazar

Bütün gün gezmiştik

Cumartesi bayıltıcı derecede müthiş bir sıcak vardı, oh ne güzel. Lady Charlotte ile Rumeli Caddesi'nin girişinde buluştuk. Öncelikle hedefimiz Midpoint'e inip yemek yemekti. Fakat yolda bir iki tükkana uğramayı ihmal etmedk, hatta minik Pelinsu'ya pembe ve de puantiyeli çok şirin bir elbise aldım, fiyongu bile vardı:)


Aylar önce Nişantaşı'na başka bir gelişimizde nedense Midpoint'i bulamayıp Kırıntı'da oturmuş ve bir zamanlar pek sık geldiğimiz bu mekanın eski püskü, döküntü havasından dolayı hayal kırıklığına uğramıştık. Meğersem biz Midpoint'i daha yukarıda, Beymen Brasserie'nin oralarda hatırladığımız için bulamamışız, restoran aslında epey aşağıda idi.

Neyse bu sefer doğru hatırlayıp serin bir masaya yerleştik, antrikot sipariş ettik. Ben geçen hafta Beyoğlu'ndaki Midpoint'te antrikot yemiştim ve harikaydı. Burada önümüze gelen ise antrikotluktan çıkmış, adeta kağıt gibi biftek olmuş bir yemekti. Etin yanında verilen güzelim biberler fazla haşlanmaktan gevşeyip kendilerinden geçmişlerdi:)) Ne yapalım, etleri yiyip kolayla kendimizi serinlettikten sonra kalkıp Nişantaşı'nda gezmeye başladık.

Milli Reasürans'dan geçip Teşvikiye'deki küçük mağazaları keşfettik. Sonra yukarı çıkıp Zara'yı gezdik. İndirime girmemesi bir yana beğendiğimiz tek bir parça kıyafet bile bulamadık. City's  isimli avm'ye girip Mango'yu da gezdik. Nişantaşı ve İstiklal Caddesi'nde bu tarz merkezler açılmamalı idi  bence, bu bölgeler cadde üstü mağazaları ile varolmalı.

City's'de bunalıp kendimizi dışarı attık ve Saray muhallebicisinde oturup birer Türk kahvesi içtik ohhh. Sonra da dondurma yedik, pek güzeldi. Böylece topladığımız gücümüzle mağaza geze geze Rumeli caddesi boyunca yürüdük. Hatta Nr 39 ayakkabıcısına da uğradık ama kapalıydı maalesef meh. Küçük camekandaki lolipop tadında papuçlara uzaktan bakarak geri döndük.
Osmanbey'e çıkınca Taksim'e geçip birer kahve daha içmeye karar verdik, metroya atlayıp Şişhane'ye gelerek en sevdiğimiz Gloria Jeans'de oturduk. Lady Charlotte yeşil çay içti, bem de Creme Brulee Latte içtim. Uzun süredir menüde olmayan bu favori kahvemin geri dönmesi beni çok mutlu etti, bunu da belirteyim. Böylece caddede kızılderili ekibin müziği, arka masadaki ukela kızla çokbilmiş oğlanın bizi güldüren muhabbetleri eşliğinde günün son saatlerini de burada geçirdik.

Gece olunca yine metroya binip evlere dağıldık dostlar, aman eve geldiğimde ayaklarıma karasular inmişti. Biraz İngiliz Vogue'unu okuyup uyumuşum. Ama bütün gün canım Lady Charlotte ile gezmek en güzel haftasonuydu, haftaya ise kendi mekanımıza geri döner Taksim'de dolanırız yine.

Behzat Ç. sezon finali ile bir haftasonuna daha veda edeceğiz. Rahat bir hafta geçiririz umarım.

xo xo

23 Haziran 2011 Perşembe

Nişantaşı'nda elinde haritayla mekan arayan o mallar biziz:)))

Kübra bloga yazmayayım diye çok yalvardı ammaa yok yazayım da gülün halimize:)

Dün akşam iş çıkışı, hem sağlıklı hem de lezzetli yegane yiyecek olan suşiye gömülmek üzere Nişantaşı'na geldik. İşyerinden sapsarı suratlarımız, yakası paçası kayık gayet pejmürde spor kıyafetlerimiz ve son dedikodularla çıkmıştık. Dolmuşla Taksim'e gelip otobüse bindik, Osmanbey'de inip Nişantaşı'na yürüdük. Arada mağazalara girip çıktık, böyle bir göz attık ne var ne yok. Hiç birşey almadım tabii, artık nihai amacım olan notebook'a odaklandım biliyorsunuz.

Neyse işte yürüdük Valikonağı'na geldik, Topshop'u Mango'yu gezdik. Lokantada rezervasyonumuz 8:30'da idi, o yüzden daha vakit var diye rahattık. hatta Topshop'daki güllü şeyi kafama koyunca Kübra çok beğenip fotoğraf bile çekti :)))

Miss Judy yorgunluğuna rağmen gülmeyi beceriyor:)
Tabii gülleri kafamdan çıkartıp hemen kaçtık oradan. Mudo'yu da gezip beğendikten sonra artık hava loşlaşmıştı. Minik karınlarımızdan zil sesleri yayılıyor, ağzımız suşi beklentisiyle sulanıyordu. Artık bir an evvel suşilere gömülmekten başka birşey istemiyorduk. Peki nereye gidecektik? Teşvikiye Sushi & Noodle House diye bir yerden ucuza aldığımız suşiler için rezervasyon yaptırırken adam "yerimiz hemen caminin arkasında" demişti. Ben de ukalayım ya "aa çok kolaymış" deyip kapatmıştım telefonu. Sağını solunu, sokağını sorsana a salak! Neyse tıngır mıngır yürüdük, karakolu geçtik, camiye geldik. Caminin yanındaki sokaktan aşağı indik biraz ama ilerde bir büfe vardı, aman dedik, geri döndük. Peki ne yaptık? Nişantaşı'nın orta yerinde, Google'dan çıkma haritayı açtık, hani Dudullu'dan gelmişiz, bu tarafı hiç bilmeyen insanız ya, Google haritasından yollara mollara bakarak Nişantaşı barları kafeleri, restoranları arasında mekanı bulmaya çalıştık ahahaha yuhhhh:))))))))  Şöyle bir ilerleyelim dedik, Atiye sokağa daldık. Anneemmmm, bu sokak ne olmuş kardeşim? Burada Salomanje vardı bildiğim, başka bir sürü mekan açılmış Atiye sokakta. Masaları dışarı atmışlar, yolun etrafını devasa cupcake maketleri ile süslemişler, grantuvalet giyinip kuşanmış millet yiyor, içiyor, dıptıss dıptısss eğleniyor, cıstık cıstık müzik almış başına aman aman, bir Nevizade olmuş adeta Nişantaşı Atiye Sokak:))) Biz de tüm paçozluğumuz ve de Google maps haritamızla aval aval bakınarak Atiye Sokak'taki bu şenliğin içinden yürüyoruz aman yaleppim:)))

Söylene söylene Kırıntı'nın oradan yukarı geri döndük, ne olsa adam "caminin arkasında" dememiş miydi? Halimize gülerek bir daha, ama bu sefer caminin arkasındaki sokaktan aşağı indik. Hani o büfe var sanıp  inmediğimiz sokakta imiş Teşvikiye Noodle ve Sushi Evi:)) Tam lokantanın önüne geldiğimizde adres sorduk bir de, hah rezilliğimiz tam oldu :)))) Babam duysa şu halimi ne kadar kızar inanamıyorum yahu. Kübra da alemdi, önce "sakla o haritayı, yoket" dedi, sonra Nişantaşı'nın göbeğinde yolumuzu bulamayınca "çıkart çıkart" diye meraklandı ahahah, elimde bayrak gibi haritayla dolaştım Nişantaşı sokaklarında yaa:)))


Gecenin devamında mutlu sona kavuştuk dostlar, suşileri yedik, tabii ucuzunda roll suşi verdiler, yine de lezzeti yerinde idi. Lak lak sohbetimizi ettik, bolca güldük:)) Sonra artık fazla geç kalmamak için kalkıp Beşiktaş'a yürüdük: Teşvikiye'den Maçka'ya, oradan Akaretler'den aşağı. Ama ne güzel bir yol burası, yaz akşamı güle söyleye bu sokaklarda yürümek de ne kadar zevkli.

Beşiktaş'a gelince de evlere dağıldık, ben tabii salaklık ettim, Etiler'e çıkmaya üşendiğim için sahilden otobüse bindim. 1 saatte geçtim Ortaköy'ü meeeh! Eve gelirgelmez de yatağa attım kendimi amaann nasıl yorulmuşum.


Ohh ama hafta içi bir kere bile olsa iş çıkışı eve gitmeyip eğlenceli birşeyler yapmak iyi geliyor bana dostlar. Canlandığımı hissediyorum. Darısı haftasonun başına:)

xo xo

22 Haziran 2011 Çarşamba

Ezel Final Bölümü, Son Oyun: AMA HERKES ÖLMEZ

Eksik kalan 69. ve70. bölümleri valla yazacağım, seriyi tamamlayacağım diyerek Ezel'in 71. ve de en sonuncu bölümüne geçelim.


DİKKAT


SPOILER & KÜFÜR & AĞZIMA NE GELİRSE


EZEL FİNAL BÖLÜMÜ



Son bölüm bir flashforward ile başladı dostlar

ÇOK SONRA (böyle flashforward mı olur ahahah)

Taaa birinci bölümde, Kerpeten Ali'nin motoru ile Kıbrıs yollarında görüldüğü bir sahne vardı ya, öyle bir sahne, motorlu kasklı , kim olduğunu göremediğimiz biri, bir deniz fenerine geldi. Motorundan indi, kaskı çıkarttı, genç bir delikanlı idi bu motorcu. Montunun içinden bir sarı zarf çıkarttı. Anam! Bu zarf, Ramiz Dayının ölürken biricik kızı Azad'a verdiği zarf değil miydi?

Burada Ramiz Dayı aldı sazı eline : Her şeye rağmen, Ezel sonunda aşkın kazanacağına, adaletin yerini bulacağına inanıyordu ama mutlu sonlar hikayelere mahsustur. Benim anlattığım hikaye çoktaaan bitti.Sonrasında yaşananlar, hiç olmadı.

Motörcü velet deniz fenerine doğru yürüyünce fener bekçisi midir kimdir, "ziyarete kapalı fener, içeri giremezsin" dedi çocuğa. Delikanlı "ziyarete gelmedim, babama geldim" dedi. Adam adını sordu delikanlının. "Adım Can" dedi genç, "Can Uçar" hayminakooo, motörcü gençlik bizim Can piçi çıktı. Fakat Can piçi karabiber gibi bi oğlanken bu deluganlı balyajlı saçlarıyla kumral bişeydi bilemedim dostlar:))


BUGÜN

Eyşan'ın önce ırzına geçen sonra da döşüne bıçak sokmak suretiyle canına kasteden orço Cengiz, minik Can piçini alıp eski villaya geri geldi. "Ananla barıştık, tatile çıkacağız" dedi çocukcağıza.

Polisler Ezel'i tutmuş götürürlerken Ezel iki yanındaki elemanlara birer kafa attı. O esnada olayı tv'de görüp haberdar olan Ali abi, kar maskesi ile polis arabasının önünü kesip tereyağından kıl çekercesine Ezel'i alıp çıkarttı arabadan.

Evde Cengiz, Eyşan'ın kıyafetlerini, küpelerini filan görünce fenalandı. Zavallı Can'a "anan bizi sevmiyor, bizi terketti" dedi, çocuğu ağlattı şerrefsiz pezevenk.

Ali ile Ezel, Ezel'in mahallede aldığı evine geldiler. Ezel odada halıdaki kan lekelerini gördü "Sevdiğim kadından geriye kalana bak" diye inledi, Ali'ye sarıldı, ağladı, ağladı... Pek fena bir sahne idi dostlar. Ama sonra etraftaki kanlı pamuklardan, şırıngalardan Eyşan'ın yaşadığını anladılar.



Cengo hastaneye gitti. Polislerden Ezel'in kaçtığını, Eyşan'ın henüz ölmediğini öğrendi. Doktor iç organların paramparça olduğunu ve ameliyat edemediklerini söyledi. Cengiz Eyşan'la biraz yalnız kalmak istedi, doktor gidince de önce Can'a iyi bakacağını anlatıp sonra da yastıkla boğmaya kalktı büyük aşkını ama yapamadı pezevenk. Eyşan zaten kağıt gibi bembeyaz, ruhu teslim etmek üzere idi.

Berikiler hastaneye gelince Ezel Ali'ye, Cengiz'i yakalamasını ama öldürmemesini söyledi, "ben öldüreceğim" dedi. Sonra silahla içeri girdi, kapıdaki polisleri herkesi dövdü, Cengiz kaçmıştı, Ezel doktorun kafasına silahı dayadı "o ölürse sen de ölürsün"

Bundan sonraki sahne evlere şenlikti, doktor Eyşanı ameliyat etmeye çalışırken Ezel takım elbisesi ve o gicır ayakkabıları ile ameliyathanenin ta içinde idi. Cengiz de dışarıda polislere ameliyathaneye baskın yaptırmaya çalışıyordu. Bir süre sonra dışarı çıkan doktor polislere Ezel'in arka kapıdan kaçtığını söyledi. Cengiz komisere Ezel'in gidebileceği yerlerin listesini verdi, ama eninde sonunda Ömer Uçar'ın evine gideceğini belirtti.

Ezel Bade'ye gitmişti, Bade'ye birşey verdi ama ne olduğunu göremedik.

Sonra oğllarını ailesiyle yemeğe bekleyen zavallı Mümtaz ve Deli Meliha'ya gitti Ezel. Yine olmamıştı, yine polis peşindeydi. Eveledi geveledi, sonra birden Mümtaz Amca ayaklandı "ne istersen oğlummm" dedi, gitti içerden çifte getirdi bi tane (Valla atmıyorum, eşşek kadar çiftesi varmış Mümtaz'ın) "ne lazımsa söyle oğlummm, otur yemeğini ye, kimse alamaz seni buradan" dedi. Nihayet babası oğluna inanmıştı, Ömer'e inanmıştı. Ezel'in tek bir isteği vardı ve babası da tabii ki hakkını helal etti oğluna. Çok duygusal bir sahne idi. Ezel anasına da gezdiği yerlerden bol bol kart atacağına söz verip evini terketti.


Ezel artık Cengiz'e gidiyordu. Onların kavgası nerede başladıysa orada bitecekti. Çünkü böyle dostluklar başladığı yerde biterdi.

Böylece 2 sene boyunca ilk kez Cengiz'in geçmişine döndük. Meğersem Cengiz'in annesiyle babası Almanya'ya çalışmaya gidip Cengiz'i anneannesi ile bırakmışlar. Sonra da almamışlar bir daha çocuğu. Ömer hep acımış, üzülmüş Cengiz'in bu haline.

Ezel yoldan geçenden birinden telefon ödünç alıp bir yeri aradı "Sipriş verecektim, kırmızı biberli mercimek çorbası, antep böreği" dedi. Siparişi alan garson kağıdı "abi hesap geldi" diye Kerpeten Ali'nin masasına götürdü. Anam burası geçen sene Ali abinin Dayı'dan ayar üstüne ayar yediği o meşhur lokanta idi. Böylece gizli mesaj sistemiyle işareti alan Ali Ezel'le buluştu. Ezel Şebo'yu da çağırmış, Şebo havayolundaki arkadaşından Cengiz'in Fas'a bilet aldığını öğrendi.

Ezel Cengiz'i arayıp damarına bastı "Sen neredeysen ben oradayım Cengiz. Sen sadece Cengo'sun, kimse seni seçmedi, kimse seni istemedi, başladığın yere geri döndün mü? Bekle Can'ı almaya geliyorum. Sen hala o istenmeyen çocuksun, arkadaşımsın diye değil, acıdım diye yanımda tuttum seni. " Cengiz fıttırdı bu sözler üzerine.

Ezel Şebo'dan Dayı'dan kalanları getirmesini istemiş. Kutuda iskambil kağıtları, bir yüzük, not defteri vardı. Ezel yüzüğü cebine attı. Şebo'ya bişey verdi. Önce sevinen Şebo sonra ağlayarak Ezel'e sarıldı ama ne verdiğini biz görmemiştik. Sonra bunlar Ali ile ayrıldılar.

Meğersem Cengiz'in annesiyle babası başka çocuk yapmışlar. Onu Cengiz yerine koyup bir daha Cengiz'i arayıp sormamışlar. Türkiye'ye dönünce eski mahalleye gelmemişler, Etiler'de yaşamaya başlmışlar. O zamanlar daha Ömer, Ali, Cengiz arkadaşlar; Eyşan ortada yok. Cengiz Ali'nin silahını alıp babasını öldürmeye kalkmış ama berikiler engel olmuşlar, çok da kızmışlar Cengiz'e, başlarını belaya sokacaktı diye. Cengiz basmış gitmiş.

Ezel ve Ali, Azad'ın yanına döndüler. Azad nihayet o Dayı'nın ölürken verdiği zarfı çıkartıp Ezel'e gösterdi. Ama biz yine görmedik, ne o?

Cengiz deniz fenerinde idi. Polislere Ezel'in oraya geleceğini, geldiğinde keskin nişancının vurmasını söyledi.

Meğersem geçmişte arkadaşlarından kaçan Cengiz bu fenere gelmiş. Ali ile Ömer de Cengo'nun hayırsız babasını kaçırıp buraya getirmişler, baba-oğulu yüzleştirmişler. Adam gecekondulu olduğunu hatırlatmasın diye çocuğunu bırakmış! Ulan! Bu ne amdan götten bahanedir. Burada biraz sıçış yaşandı dostlar. Neyse sonra Ömer Cengiz'e "senin ailen biziz" demiş ve alıp götürmüşler Cengiz'i oradan.

Bu geriye dönüşlerde maalesef daha önceki geçmiş sahneleriyle tutarlık yoktu. Artık dizi bitti diye sallamışlar. Cengiz mahalledeyken sakalı mı vardı köftehorlar? Ali'nin saçı başı öyle miydi eski flashback'lerde, gayet özensiz çalışılmıştı bu sahneler dostlar. Bence Cengiz'in hikayesi önceden planlanmamıştı, son anda sıkılmış, başarısız bir hikayeydi.




Böylece artık gece olduğunda Cengiz deniz fenerinde beklerken Ezel karşısına çıktı eski dostunun. Yüzleştiler. Güzel bir sahneydi. Ezel "Dayım bana birşey öğretti" dedi "Her zaman üçüncü bir seçenek vardır" Cengiz polislere sinyal çaktı ama ateş mateş edilmedi. "Ne yaptın sen?" "Sana üçüncü bir şans verdim". Meğersem Eyşan hastanede ifade vermiş, Cengiz'in yaptıklarını anlatmış. "Hapis mi? Ölüm mü?" dedi Ezel, seçmesini istedi. Cengiz aşağı kaçtı, bu sefer Ali kesti yolunu. Burada Cengiz bir damarına bastı Ezel'in, Eyşan'a tecavüz etmesiyle ilgili bi laf etti şerrefsiz pislik, Ezel de artık dayanamadı, bir dövmeye başladı Cengo'yu aman, paat küttt, o vurdukça biçim içimiz soğudu. Ağzını burnunu kırdı, artık öldürecekti ki Ali engel oldu "Eyşan yaşıyor, Tefom öldü, bırak ben bitireyim" Ezel bıraktı pestile dönen Cengiz'i. Burada ne oldu anlayamadım, biri bi çaktı, Cengiz parmaklıkları aşırtıp düşerken parmaklıklara yapışıp kaldı. Aşağısı uçurum. Bu tam düşerken bir elinden Ezel, bir elinden Ali yakaladılar. Cengiz yalvardı "çekin beni yukarı, eskisi gibi olacak herşey" Ezel ve Ali birbirlerine baktılar. Bakıştılar. Anlaştılar. Sonra aynı anda tuttukları eli bıraktılar, kayalıklara uçan Cengiz çatırçutur ederek öldü.

Ali "bitti artık, mutlu sona geldin" dedi. Ezel "bavuldan her sene Can'a 1 tane hediye ver" dedi. "hangi bavul? "Aylin'in Azad'a verdiği bavul" O esnada Azad aradı, "Aylin diye biri bir bavul getirdi." Meğersem hani 64.  bölümde Ezel ortadan kaybolmuştu ya, bunu ayarlamış, son oyunu kurmuş şerrefsizzzzzzz. Neyse, Ezel hediyeleri "Ezel amcan" diye imzalamış ama son hediyede "baban" yazacakmış. Ezel Azad'ın yanına gitmişti ya, Dayı'nın bıraktığı zarftaki notta "Bilmeye hakkı olanlar ne kadar acı olsa da gerçeği öğrenir, Ömer'in ve onun 3 arkadaşının hikayesini..." DAYI ÖMER'İN HİKAYESİNİ YAZMIŞ SAYFALARCA. Lan yoksa bu blogdan mı araklamış? Yoksa Dayı ben miyim? Noluyo lann? Herneyse, Ezel Azad'dan hergün bu hikayeden bir parça Can'a okumasını istemiş.Böylece Can babasını tanıyacakmış.

Yani Ezel gidiyor,  Ali'den ise Can'a bakmasını, oğlunu büyütmesini istiyordu "Senin bedelin beni korumak değil oğlumu korumaktı" Ama neden? Neden Ezel nihayet kavuştuğu oğlunu bırakacaktı ki? Ali anladı nihayet, çünkü Eyşan...

Meğersem hastanede ameliyat olmamış, doktor açıp kapatmış Eyşan'ı, "organlar iflas, yapacak hiç birşey yok" demiş. Ezel'in buradaki isyanları, acıları pek fenayı dostlar. İşte o andan sonra Eyşan'a morfin vermişler. Eyşan Ezel'den sadece ölürken yanında olmasını istemiş. 10 saat ömrü kalan Eyşan'ı bırakan Ezel veda turlarına çıkmış işte aynı Dayı'nın ölmeden evvel çıktığı gibi. Ailesiyle helalleşmiş. Bade'ye verdiği pakette karpostallar varmış, Bade'den annesine ara sıra Ezel'in ağzından kartlar göndermesini istemiş. Bir de Ezel için güzel bir hayat hayal etmesini dilemiş. Şebo'ya Vurkaç'ın anahtarını vermiş.

"Bir tek sen kaldın Ali Abi. 2 saat kaldı. Seninle vedalaşıp Eyşan'ın yanına gideceğim."  Ezel'in Eyşan'dan sonra yaşamaya niyeti yokmuş meğersem, o yüzden herkesle vedalaşıyormuş. Aman Barış Falay nasıl ağladı, nasıl ağladı "gitme Ömer, olmaz abim" diye diye, sormayın, şahaneydi. Ezel Kerpeten'e oğlunu emanet etti, Sarmaş dolaş  oldular. "Ali abim" dedi Ezel. "ben o gün polisler kapıyı kırıp girdiklerinde öldüm zaten. Bu hayat bana çalıntı" "Bırakmam Ömerimi" diye ağladı Ali.  "O gün bıraktın zaten" dedi Ezel. "buldum ama sonra" "bulmadın abi. İkinci bir şans var zannetik. İkinci bir şans yokmuş. Ezel zavallı bi hayaletmiş Ali Abi. Ben Cengiz'i cezalandırmaya, seni affetmeye, Eyşan'ı da alıp gitmeye gelmişim. Meğer buymuş benim mutlu sonum" "Ölümden mutlu son çıkar mı laan?" "Öleceğimi kim söyledi, belki gelirim"  Ve Ezel sevdiklerini, biricik oğlunu Ali abisine emanet edip Dayısının yüzüğünü parmağına geçirdi.


.
Ezel Eyşan'ı alıp, o hikayenin başladığı melun trene binmişti. İki sevgili burada vedalaştılar. Eyşan Ezel'in kollarında öldü.

Burada Yüzük sahnesine geçtik

Hatırlarsanız Dayı hapishaneden önce Ezel olarak değiştirip Ömer'i kaçırmıştı. Kendi daha sonra çıkmıştı. Ezel o ara  hapishaneye gelip Dayı'yı ziyaret ediyordu . İşte o vakittir ki, Dayı Ezel'e sormuş "Sana yardım etmemi gerçekten istiyor musun?" Ezel başını sallayınca ona Balat'taki evin anahtarını vermiş. Bu sahneyi izledik mi ilk sezon şaşkınım, bana izlemişiz gibi geliyor? Tabii benzer başka sahnelerle karıştırıyor olabilirim. "İntikam dediğin verilmemiş adalettir. Sen adaletini söke söke alacaksın onlardan. " Bunları söyleyen Dayı Ezel'e bir de işte bu yüzüğü vermiş. "O yüzüğü parmağına takmayacaksın. Çaresizlikten, kederden takmayacaksın. Bu hayatı bitirmek için bin nedenin varsa takmayacaksın. Ama bir sonrakine başlamak için tek bir nedenin  varsa bile, o zaman takacaksın o yüzüğü parmağına." Keşke senaristler bunu en baştan yazmış olsalar, biz ilk sezonda bu sahneyi izlemiş olsaydık, ne şahane olurdu değil mi dostlar?

Trende, kucağında Eyşan'ın ölüsü yatan Ezel, Dayının yüzüğünü açtı ve içindekileri yuttu. Yüzükte zehir mi vardı? Uyuşturucu mu vardı? Yoksa müshil mi vardı bilemiyoruz. Çünkü kaç bölümdür deli gibi rol kesen Kenan kardeşimiz ölüm sahnesinde nedense 3 gündür kabızmış sıçamıyormuş da birden rahatlamış gibi bir ifade ile ve de sarsıla sarsıla öldü. O yüzden, yüzükte müshil vardı sanıyorum. Adamceğiz "geliyorum Eyşan" dedi, zehiri içti, sarsılarak geldi ve öldü ahahahah:))))

Ezel ölünce(???) tren adeta bir Ölüler trenine dönüştü. Kompartıman Ezel'in ölüleri ile doldu. Kamil oradaydı. Ulan adamın sakallarını kesseydiniz ya yapım ekibi, Kamil'in cennete mi sakalı çıktı? Çok kızdım buna da. İşte sonra Mert oradaydı, Tefo oradaydı. Dayı oradaydı. Ayakta ve gülümseyen Bahar onları izliyordu. Hey gidi mıymıy Bahar. (Kenan Birkan ekibi herhalde birinci sınıf  kompartımanda idiler:))

Dayı aldı sazı eline. Bölüm başındaki sahnelere döndük.  Motorcu oğlan çıktı yine. Dayı dedi ki :  

Her şeye rağmen, Ezel sonunda aşkın kazanacağına, adaletin yerini bulacağına inanıyordu ama mutlu sonlar hikayelere mahsustur. Benim anlattığım hikaye çoktaaan bitti. Sonrasında yaşananlar, HİÇ OLMADI.

Deniz fenerinde delikanlı "ziyarete gelmedim, babama geldim" dedi. Adam adını sordu delikanlının. "Adım Can" dedi genç, "Can Uçar" Sonra fenere gitti, kapıyı çaldı.

Çünkü gerçek hayatta ölüler bizlerle konuşmaz. Aşk intikamdan güçlü değildir. 

Deniz fenerinin kapısı açıldı

Herşeyi affedecek güçte arkadaşlıklar yoktur yaşadığımız yerlerde.

Kapıda bir silüet vardı ama kim olduğunu BİZ GÖREMEDİK. Delikanlı Can gülümsedi.

Gerçek hayatta babalar ve oğullar ölümü yenip kavuşamazlar birbirlerine. Kavuşabilirler mi?

Sadece arkadan gölgesini gördüğümüz kapıyı açan adam kafasını kaşıdı. İlk bölümlerdeki Ömer refleksi gibiydi bu. Sonra da SON yazdı. Ben de hayminako dedim. Deniz feneri götümüze girdi.


Evet, sizce ne oldu? Herşey salt Dayı'nın hikayeleri miydi? Ne oldu yani?


xo xo

19 Haziran 2011 Pazar

Güzel bir yaz günü

Masmavi gökyüzünde pofidik bulutların gezidiği, otobüslerde terden yapış yapış olup Taksim rüzgarıyla ürperdiğimiz, İstiklal caddesinde insanların oluk oluk üzerimize geldiği o nefis yaz günleri başladı nihayet dostlar. Biz de Lady Charlotte ile kendimizi sokaklara attık.

Öğlen vakti  buluştuğumuz için güne Midpoint'te yemekle başladık tabii,  aç ayı oynamaz da gezmez de:))) Salata, et, köfte yedik. Deli gönül isterdi ki pizzalar, üzerinde peynir eritilmiş nachoslar, kızarmış mozarellalar yiyelim ama çılgın diyetisyenimiz Perihan saçımızı başımızı yolar diye listelere uymayı uygun gördük.


Yemekten sonra Terkos pasajında gezindik ama tezgah karıştıramadık pek, çok kalabalıktı. Bershka'ya baktık burada da tişörtler pek hoşumuza gitmedi. Buna karşılık yemekten önce Şişli'de gezdiğimiz Koton'da güzel tişörtler var idi ama onları İstiklal'de göremedik. Aslında ben Koton'dan Türkan Şoray koleksiyonu almak istiyordum fakat bunların da arkaları tüllü, işçilikleri biraz ucuz görünümlü idi. Bulamadım gönlüme göre bir Sultan tişörtü:(

Sıcak  havada mağaza gezmekten bunalınca Özsüt'e girip en esintili köşeye oturup kahvelerimizi içtik. Oh iyi geldi kahve, gözümüz açıldı. Sonra tatlı ne yiyelim diye düşündük ve menülere baktık, ah bakmaz olaydık. Özsüt'te masaya oturduğunuzda kişi başı 3 tane menü veriyorlar, kahve-dondurma-pasta menüleri ayrı ayrı. Ahhh o pasta menüsü nasıl bir güzelliktir yaleppim? Çalıp eve getiresim, o ağız sulandırıcı resimleri kesip defterlerime yapıştırasım, gizli gizli bakıp iç geçiresim geldi, az kalsın menüyü yalayacaktım dostlar:))) Ne yapalım, hiç birşey zayıflık kadar lezzetli değildir diyerek dondurmamızı yiyip oturduk:)))


Yeterince yiyip içip, tıklım tıkış tükkanlarda bıkana kadar dolaştıktan sonra evlere dağılma saati gelmiş idi. Ah ah, ben dağılamadım ama, Taksim'e futbolcu Ronaldo gelmiş, izdiham olmuş, meydana yürümek imkansızlaşmıştı. İstiklal'in arka sokaklarına dalıp hiç görmediğim dar yollardan meydana çıkmak zorunda kaldım. Sahil yolu trafiğini çekmemek için metroya daldım, trenin en uçtaki vagonuna sığıştım güç bela, kapıya yapışık arkamda 30 tane adam, pek şenlikli bir seyahat sonucu bir taraflarımdan terler akıtarak Gayrettepe'ye vardım. Buradan otobüsle Etiler'e ulaştım. Yahu eve gitmeden markete uğrayayım, havuç, ekmek, peynir filan alayım dedim. Sonra da aklıma MAC'den alacağım bir krem geldi. Böylece bir tek krem almak için bomboş ve ferah MAC mağazasına girdim.

MAC Fast Response göz kremi

Alacağım bir göz kremi idi, bu göz altlarımın görüntüsü artık beni üzmeye başlamıştı, krem hakkında okuduğum olumlu yazılardan sonra denemek istemiştim. Ama sonra mağazadaki adam beni koltuğa oturttu. Ah işte o tuzağa düşmeyecektim dostlar, koltuğa oturdun mu bittin. Yüzüme hafif ışıltılı Prep and Prime cilt bazı sürdü, "cildiniz çok güzel, pudraya fondötene ihtiyacınız yok" dedi, sağolsun. Ama sonra "bu bazı ve üstüne şu Mineralize Skin Finish'i sürerseniz canlı ve ışıltılı görünür yüzünüz" dedi, demez olaydı:)))

MSF Soft and Gentle

Off, böylece yüzümün haline aldanarak adamın gazladığı malların hepsini alıp mağazadan çıkmıştım, olacak şey değil. Bilgisayar paralarını böyle yiyip bitirirsem ne yaparım sonra??? O yüzden kesin karar verdim, bir süre kitap, dvd, kozmetik, Nine West'deki güzelim yeşil çanta, Hotiç'deki çiçekli yazlık sandalet alınmayacak. (Sonra gidip Glamour ve 46 dergilerini aldım ama onlar dergi, sayılmaz)

Şu göz kremi işe yarayacak mı bakalım, haber vereceğim:))

Sizin hafta sonunuz nasıl geçiyor?

xo xo

16 Haziran 2011 Perşembe

Dolmabahçe'de Mehtap Sefası

İşte her gün trafiğinden, tuhaf havasından, gürültüsünden, kalabalığından şikayet edip çekiştirdiğimiz İstanbul, bize en şahane manzaraları, en püfür deniz havasını sunan o biricik şehirdi aynı zamanda.
 
 
Dün akşam iş çıkışı ufak bir güzergah değişikliği yaptık, Cevizlibağ'dan tramvaya binerek Topkapı-Sultanahmet-Aksaray-Sirkeci-Eminönü güzergahından Kabataş'a geldik. Bu tramvaya ben yazın Sultanahmet'e gitmek için biner idim, hep çok kalabalık olurdu tıkış tıkış. Halbuki dün akşam boştu, serindi, o kadar hoşuma gitti ki anlatamam. Güneşli aydınlık bir havada, manzara seyrederek tıngır tıngır Kabataş'a geldim.
 
Tramvada yanımda bir turist kardeşimiz oturuyordu, gideceği otelin haritasını Google Maps'den basmış; elinde de İstanbul ulaşım haritası, o harita ki, tramvay, metro, banliyö treni, füniküler hepsi bir arada! Neyse, turist kardeşin gideceği adres Bilmemne Oteli, Yenikapı, Eminönü. Şimdi Eminönü deyince ben hep deniz kenarı, vapur iskelesi, Mısır Çarşısı civarını düşünüyorum. Ama adreste Yenikapı diyor? Google'a göre turist yanlış yönde gidiyor idi. Düşünüp taşınınca köşeli jetonum düştü tabii, Yenikapı da Emiönü'ne bağlı olabilir sonuçta? O esnada arkamda oturan yardımsever bir vatandaş, burnunu sokup "Yenikapı Eminönü'ne bağlı" deyince de durum kesinleşmiş oldu. Ukala, çok biliyorsan tarif et demedim, dilimi tuttum. Turist kardeşe bundan inip karşı yöne gidene binmesi gerektiğini anlattım ama adamcağız "hangi durakta ineceğim" diyor, ne bileyim? O ulaşım haritasına baktım, siyah hat vardı banliyo treni midir neyse, başladım anlatmaya, çok biliyorum ya, işte in bundan, trene geç, Yenikapı'ya git filan derken kara trene bindirip nerelere gönderecektim adamı kimbilir:))) Artık koca bavuluyla Sirkeci'de inip gerisin geriye döndü turistçik. Taksiye binseymiş o da canım, nerde fakir turist bizi bulur. Ama şu da bir gerçek ki, İstanbul maalesef hiç turist dostu bir kent değil. Ulaşım çok çapraşık. Yazık insancıklara.
 
Kabataş'a gelince maalesef işten çıkarken servise yetişeceğim diye tuvalete gitmediğim aklıma geldi. Neredeyse patlayacak idim, bu halde Dolmabahçe'de oturup mehtap sefası yapamayacağıma göre, hani caminin önündeki umumi tuvaleti kullanayım dedim.
 
Tuvalet dediysek, ufacık plastik bir kabin, yerde bir delik o kadar, daha fazlasını bekleme:))) Üstüme başıma yapmadan işimi gördüm neyse, ama helanın içi bile plastik, kayıp düşeceğim diye aklım çıktı zaten. İnsanın bir an evvel kendini dışarı atası geliyor, öyle klostrofobik bir yer. Kapı önünde de başka bir kızcağız bakınıyordu "içerde lavabo var mı?" diye sordu, "yok dedim, bir tek bu delik var!" ahaahah "aaayy sabun yok muuu?" diye sordu, "yok biz de toprağı eşeledik işte" dedim ahahaahah:))) Allahtan kolonya servisi 1 tele ücrete dahildi:))
 
Böylece tüm aşamaları geçip, Dolmabahçe'de deniz kenarında oturma hakkını elde etmiştik. Ohhh lacivert Boğaz, karşı kıyılar canlı canlı, hava biraz puslu, tekneler, vapurlar gidip geliyor... Gel keyfim, kahve, kola, çay, muhabbet derken hava karardı, köprünün ışıkları şıkır şıkır yandı, karşı kıyılar rengarenk oldu. Sonunda tam karşımızdan bulutlar arasında esrarengiz dolunay çıkmaya başladı. 
 
 
Meğersem dün gece herkesin bahsettiği ay tutulması gecesi imiş. Biz de soğuktan titreye titreye mehtabı seyrettik. Meşhur dolunay duamızı yaptık :
     Aya baktım Allah
     Amentü billah
     Nuru yüzüme, şevki gözüme
     Bütün günahlarım Bülent Ersoy'un üstüne...

AHAHAHAH yahu nolur biri bana bunun doğrusunu öğretsin:)))))
 
Gecenin sonuna doğru Boğaz'ın bütün soğuğunu, yelini, rüzgarını yemiştik ama manzara şahane, kahve bahane, sohbet pek eğlenceli idi. Ancak iyice titreyip takırdayınca evlere dağılmaya karar verdik.
 
Tabii dönüşte İstanbul varlığını hatırlattı, Ortaköy tıklım tıklım, trafik berbat idi, 1 saatte eve gelebildim:))) Ama olsun, çok güzel bir akşamdı dostlar.
 
Haftasonu yazılarıyla görüşmek üzere:)
 
xo xo

13 Haziran 2011 Pazartesi

Nicole Kidman CMT Awards Red Carpet

Nicole Kidman geçtiğimiz akşam türkücü kocası ile yine bir müzik ödülleri gecesine katıldı (Country Music Videos  Awards). Kıyafeti ve ayakkabılarındaki renkli seçim ile bizleri şaşırttı bu sefer Nicole. Suratına Bülent Ersoy gibi cenin mi enjekte ettiriyor yoksa botoks manyağı mı oldu bilmem amma yüzü çok güzel görünüyor, saçlar da harika, kahküller çok yakışmış, genç göstermiş. Elbiseden bir halt anlamadım, baktıkça gözümün alıştığı değişik bir parça. Ama renkli giyinmesi hoşuma gitti.






Beğendik mi? Beğenmedik mi?

xo xo

12 Haziran 2011 Pazar

Haftasonu yazısı 2 - La Capitana'dan ballı soslu tavuk şöleni

Cumartesi günü La Capitana babamın şerefine terasında bir rakı alemi düzenledi dostlar. Bütün gün yağmur yağmamış olsa aslında mangal da yapacaktı,  hava kazık atınca mangal yerine tavukları, mantarları ve de patatesleri spesyal soyalı-ballı sosuyla fırında ağzınıza layık pişirmiş. Valla bu özel sosuyla nar gibi kızarmış fırın tavuk, enfes tadıyla mangalı aratmadı. Mantarlar, patatesler ve tavuklar lokum gibi pişmiş, mükemmel tat geçişmesi sağlanmıştı.


Tabii La Capitana'nın sofrası her zamanki gibi pek hoş, pek iç açıcı idi. Çorbasından salatasına, yoğurtlu patlıcandan kavuna, beyaz peynirden sepet peynirine, kırmızı biberine kadar mükemmel bir rakı sofrası kurulmuştu terasa. Hava da pek şerbet gibi olmuş, karşımızda Tarabya'nın meşhur Fransız bahçeleri, yemyeşil ağaçlar, az ilerde üzerine yavaş yavaş alacakaranlık çöken Boğaz, terasta tatlı bir esinti ve sıcacık bir aile muhabbeti ile tadı damaklarımızda kalan bir akşam geçirdik.


Masa etrafında dizilip güzel yiyeceklerden tattık, rakıcıklar içildi, ağızlar kavunla tatlandırıldı. Tabii en eğlenceli ve hoşumuza giden kısım, bol bol aile dedikodusu yapmak, eski defterleri karışırmak, kimin nesi varmış, ailede neler oluyormuş son haberleri paylaşmak idi.


Ne diyeyim en kötü günümüz böyle olsun, yaşasın ailemiz!

xo xo

Haftasonu yazısı 1 - Düşes'in Düşeş kıyafetleri

Nihayet Prenses Diana'dan sonra, kraliyet ailesinde bakmaya değer güzel bir şey var dostlar : Cambridge Düşesi Catherine. Düğünden sonra bir süre sesi soluğu çıkmayan çift, balayı dönüşü ne yapacak, ne edecek, Kate acaba neler giyecek, Diana gibi giyip çıkarttıklarını sürekli takip etme zevki verecek mi bize diye merakla bekliyorduk.

Düğünün ertesi günü Buckingham Sarayından ayrılırken, genç düşes cici bir Zara elbise giymişti



Balayı dönüşü ise Düşes Catherine, Obamaların İngiltere ziyareti esnasında kısa bir an sahalara çıktı. İpincecik tel gibi vücudu ve de zarif Reiss kıyafeti ile çok sade ve hoştu. Ayrıca balayı dönüşü adet çikolata rengine sahip olmuştu:


Geçen hafta ise  Kate, kraliyet ailesinin bir üyesi olarak Epsom derbisine katıldı, bu geleneksel at yarışlarında parasını haliyle Kraliçe'nin atına yatıran Catherine atın 3. gelmesi sebebi ile maalesef kaybetti. Düşes kraliyet ailesi ile katıldığı bu ilk geleneksel etkinlikte yine pek şıktı.






Fakat asıl bomba derbiden birkaç gün sonra yapılan ARK Gala yemeğinde patladı. Geceye kocası Prens ile katılan Düşes, şahane pullu payetli pembe elbisesi ve de süet ayakkabıları ile çok gözalıcı görünüyordu. Çok beğendim!







Dün ise genç Düşes, bir başka geleneksel kraliyet ailesi etkinliğine katıldı: Kraliçe'nin resmi doğumgünü kutlaması Trooping the Colour. Kraliyet ailesi ile beraber at arabalarıyla saraydan çıkan Kate, düğününden sonra bir kere daha bu antika arabalarda sürüş zevkini tadıp Buckingham sarayının balkonundan tekrar kalabalıkları izleme keyfi yaşadı. (Cümleyi bağlayamadım da balkonda mal mal durup insancıkları izlemek keyiflidir herhalde ne bileyim??)

Bu özel gün için William damatlık üniformasını giyerken, Kate bizi hayal kırıklığına uğratmadı ve Alexander McQueen'den böyle kısa kuyruklu muyruklu harika bir ceket-elbise giydi:




Aynı günün akşamında ise kızkardeşi ile bir arkadaşının düğününe katılan Kate, abartısız tarzı ile yine takdirlerimi kazanmayı bildi. Zaten o kadar incecik olunca ne giyse güzel görünüyordu, Düşes de çok hoş seçimler yapıyordu, aferim ona:




Dedikodu sitelerine göre bu elbise daha önce 2007 yılında Kate'in üzerinde görülmüş. Süper değil mi, herşeyi tekrar tekrar kullanıyor. Ayrıca ben olsam değişmeye üşenir, sabahki kıyafetimle bir koşu gider düğünü de aradan çıkartırdım ahahahah, Düşes olmak böyle birşey herhalde dostlar:)))

Evet şimdi ay sonunda Kate ve William'ın Kanada turuna çıkmasını bekliyoruz, artık günlerce gözlerimiz bayram eder diye beklemekteyiz dostlar..

Siz de Düşes Catherine'in seçimlerini beğeniyor musunuz ?

xo xo

11 Haziran 2011 Cumartesi

Laptoplara Mezarda Emeklilik

Bu güzel cumartesi sabahında, beni şeytan dürttü, bilgisayarsızlık başıma vurdu. Gittim evdeki hani gereksiz döküntülerin doldurulduğu odada yıllardır tozlanmakta olan antika pc kasasını, eşşek ölüsü gibi ağır monitörü  kaldırdım, odama taşıdım. Kasanın o kapağı aralık, içinden ölü sinekler dökülüyor düşünün! Neyse, yere dizdim makineleri, kabloları taktım, fareyi sokacak yeri bulamayınca arkasına eğildim kasanın, bu esnada makine termik santral mübarek, gürül gürül çalışmakta...Kafamı uzattım, arkadan hava üfürdü suratıma, gözlerim toz doldu, hayminako. Neyse açıldı bilgisayar, Windows 98 ahahahah, amma velakin fare çalışmıyor, fare çalışsa ben bunu nasıl internete bağlayacağım bilemedim, yenilgiyi kabul edip kapattım makineyi. Ulan ekranda "BİLGİSAYARINIZI KAPATMAYI UNUTMAYINIZ" yazısı çıktı, hatırladınız mı o yazıyı AHAAHAHHA .

Ne yapayım, vazgeçtim, pes ettim, halime gülüp kaldırdım eski mezarlığına makineyi. Aşağıda bir veda yazısı döşediğim takozu açtım bir umutla, yine siyah ekran çıktı. Aklıma abimin "bu makinanın içinde her türlü kurtarma bilgisi var" dediği geldi. Kapadım bir daha açtım, açarken mavi renkli "Access IBM" tuşuna bastım. Kurtarma ve Tamir sayfası çıktı heyyoooo! Bu sayfadan formatı basıp fabrika ayarlarına geri dönderme şıkkını seçtim:))) Aaaaa oldu ayol! İşte yine açıldı ve çalışıyordu has orijinal, herşeyi içinde depolu mükemmel IBM R52 takoz laptopum.



R52'nin emekliliğini iptal ettim, bir süre daha çalışacak yavrucak. Asla da atmam ben bunu, ne sağlam, ne dayanıklı, ne vefakar bir makineymişsin sen canım!

Görüşemediğimiz geçen hafta boyunca geçen akşam kızçelerle Taksim'e çıktım, bu akşam da La Capitana'nın terasında deniz manzaralı keyif yaptık Tarabya'da ... Yarın güzel bir haftasonu yazısı döşenirim artık:))

Yaşasın IBM, yaşasın dünyanın en dayanıklı laptopu:)))

xo xo

9 Haziran 2011 Perşembe

Pileli mini beyaz eteğimi giyerek bisikletle kırlarda dolaşasım geldi!

Bugün Lübnan ya Tunus'dan cehennem sıcakları gelmiş ülkemize dostlar. Hava harika derecede sıcak. (Ama İstanbul'da donla yatma mevsimi başlamadı henüz, dikkat!) . Ben şirkette diğer insanlardan ayrı bir yerde ve klimalı bir yerde oturduğum için çok şanslıymışım meğersem. Klima tatlı tatlı üfürüyor, sanki deniz kenarındayım, birazdan yüzüp serinleyip ardından şezlongda kebap olup, günş batınca buz gibi bir bira içerek şakşuka yiyeceğim :))) Bu klimadan gelen serinlik sanki bisikletle gezerken yüzüne çarpan serinlik gibi geldi, hemen yukarıdaki başlığa taşıdım bu hissiyatımı. Lütfen Ayşecik filmine bağlamayalım mevzuyu:))
 
Pazartesi gecesi Ezel'i izlerken defalarca tamir görmüş laptopum karardı ve sustu. Ben de artık kendisini rahat bırakmaya karar verdim. Hem abime de yazık, adam 1 hafta tamir edeceğim diye uğraşıyor, cihaz da 10 gün dayanıyor ancak. O zaman "çek fişini ötenazi" dedim ve kapattım kara ekranlı, V tuşu olmayan, space bar'ı Tomb Raider oynarken yamulmuş, Enter tuşu ise ta ilk aldığımda söktüğüm için hep biraz eğri duran; tuşlarının arası hatıralar, odamın tozu ve kedimin kılları ile dolu olan yaşlı IBM R52'yi. Hoşçakal R52 hoşçakal! Ne oyunlar oynadık seninle, Lego Indiana Jones'u, Star Wars'u bile çalıştırdın ama Melez Prens'de takıldın kaldın. Oyun heyecanıyla sarfettiğim bütün laflara, tuşlarına attığım yumruklara gık demeden katlandın, 5 sene kusursuz hizmet ettin. Kedicik kışın totosunu sana dayayıp ısındı, kablolarını kemirdi, bana mısın demedin. Sırt çantama tıkılıp 35 derece sıcak Akçay'a geldin, tatilde Lara Croft'u hoplatıp zıplattık seninle, V tuşun da orada aramızdan ayrıldı. Bunca sene çalıştın, didindin. Belki daha kibar birinin eline düşsen daha uzun seneler mutlu mesut yaşardın. Ne var ki benim gibi hoyratın tekine düşmüştün. Üstelik yeni oyunların hiç birine gücün yetmiyordu artık. O yüzden üzerine gül goncaları serperek seni uğurlayacağım. Eski bilgisayar cennetinde en rahat köşede bir elin yağda ötekisi cereyanda, emekliliğinin tadını çıkartabilirsin. Artık kimse sana program yüklemeyecek, acayip sitelere girip kafanı yormayacak, ekranını dosyalar resimlerle doldurmayacak. Sen mükemmel hizmet ettin ve artık rahatlayıp, devrelerini RAM'ini salıp gönlünce dinlenebilirsin. Hoşçakal!
 
Ben de ne halt edeceğim onu düşünüyordum. Temmuz başında yeni bilgisayar alabileceğim sanıyorum işalla yaleppim işalla dinimiz süpaneke amin. O zaman kadar evde eski masaüstü var, o çalışır mı acaba, yıllardır boş odada toz toplayarak oturuyordu. Haftasonu onu kurmayı deneyeceğim. İnternete filan bağlanırsa birkaç hafta onunla idare ederim. Yoksa böyle uzaktan mail yoluyla bloga yazı göndererek günlere sayacağım. Yorumları ise açamıyorum maalesef ama siz yazın, illaki bir çare bulup cevaplarım dostlar:))
 
Bu akşam kızçelerle Taksim'e gideceğiz bir aksilik çıkmaz ise. Cumartesi de Lady Charlotte ile buluşacağız. Ayrıca 2 yeni kitabım var : Septimus Heap serisinin ilk kitabı "Büyü" ve Neil Gaiman'dan Stardust , "Yıldız Tozu"
 
Gel haftasonu gel!
 
xo xo

5 Haziran 2011 Pazar

Sakin Haftasonu

Bu haftasonu evdeydim. Cep telefonuma gelen hava durumu mesajları bile "İstanbul'da hava çok güzel, dışarı çık, dışarı dedim" minvalinde idiler. Hatta aklımdan Bebek parkındaki şenliğe gitmeyi geçirdim, iki adım yürüme mesafesinde, bütün bloggerlar orada, aman pek üşendim. Kalabalıktan da gözüm korktu açıkçası, haftasonu kafamı dinleyeyim dedim. Ama annem gitmiş, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği standından birşeyler almış, duyarlı annem benim.

Cumartesi evde yalnızdım, epeydir ilk kez oldu bu, ama hiç sıkılmadım, hatta çok keyifli bir gün geçirdiğimi söyleyebilirim. Önce kedişi furminatörile bir güzel fırçaladım, yavrucak bu mevside tüy boşaltıyor biliyorsunuz, evin içi tüyden geçilmiyor. Epey tüyünü temizledim kedinin. Sonra yeni aldığım Yakala Chet! 'i okudum, harikaydı, çok keyiflendim:) . Sonra şukela BBC dizisi Sherlock'un DVD setini almıştım, onu seyrettim.


Bu versiyonda Sherlock Holmes ve Doktor Watson günümüz Londrasında suçluların peşinde koşuyorlar, dizi geçen aylarda CNBC-e'de yayınlamıştı. O kadar beğendim ki, setini aldım. Ah, ne acıdır ki ilk sezonu sadece 3 bölüm bu mükemmel uyarlamanın. Karakterleri günümüze kusursuz şekilde adapte etmişler.  En çok hoşuma giden, cep telefonlarına gelen mesajlarıni aramaların ekranda bize de gösterilmesi... Sherlock olay yerini incelerken görüdğü ipuçlarının ekranda yazması, geri dönüşlü açıklayıcı çekimler, bir de tabii Londra manzaraları. Oyuncular da kesinlikle görmelere değer, hele Sherlock Holmes rolündeki  Benedict Cumberbatch tam rolünün adamı olmuş. O tekinsiz, açık mavi gözler; o Alan Rickman-vari nefis ses tonu! Vasiyet ediyorum, ilerde Harry Potter baştan çekilecek olursa Snape'i Benedict oynasın!

Sonra bir de omlet yaptım, evde yalnızsam kendime daima omlet yaparım:) Eskiden yumurtaları kırdığım çanağa bolca kaşşar rendeler, salam sucuk ne bulursam doğrar, omleti bu şekilde pişirip bir nevi pizza elde eder idim. Ya da yumurtaları bolca tulum peyniri ile çırparak nefaset bir omlet yapabilirdim. Bu sefer salt yumurta çırptım ama 30 gram peynir hakkım daha vardı, 2 incecik dilim taze kaşarı tam pişmek üzereyken omletin üstüne koyup erittim. Biraz da sumak serpince bence çok lezzetli bir omlet oldu.


Bu omletin üstüne acayip kallavi bir de Türk kahvesi pişirdim, amanın çok güzel olmuştu, ellerime sağlık:)) Sonra da uyuyakalmışım zaten:)))

Pazar günü bildiğiniz gibi , kitap okuyarak, kediyle oynayarak geçti. Birazdan Behzat'ı izleyeceğiz ve haftasonu toptan bitecek. Haaa, bir de bu gece MTV Movie Awards töreninde Breaking Dawn 1. Bölüm teaser trailer yayınlanacak (Fragmanın fragmanı yani). Bunca zaman Twilight yazısı yazmışlığımız var, bahsetmeden geçmeyeyim dedim. Ödül töreninde yayınlandıktan sonra, teaser'ı bu adresten izleyebilirsiniz:))

xo xo

3 Haziran 2011 Cuma

Muhteşemmm : BOHEMIAN RHAPSODY Türkçe Versiyonu

Şarkı Operadaki Hayalet ile başlıyor sonra da Bohemian Rhapsody uyarlaması ile devam ediyor, şahane olmuş dostlar:))) Bir dinleyişte benim gibi Atletico-ooooo Barcelona-aaaa Çok biliyooooo-o-o-o-onnnn diye dolaşabilirsiniz ortalarda:))) Rock Lee'e teşekkürlerimizle işte Cuma eğlencemiz:

2 Haziran 2011 Perşembe

Ezel 2. Sezon 35. Bölüm . MÜKEMMEL BİR CİNAYET

Ezel, Ezel, Ezel. 2 yıldır bu diziyi izlemek ve sonra yazmak için harcadığım saatlerin hepsi helal olsun. İkinci sezon için ettiğim lafların topunu yutuyorum. Şimdi, kelimeleri nasıl toparlarım da dün gece izlediğimiz bölüme dair duygularımı yazabilirim, bilemiyorum. Teşekkür ederim diyebiliyorum ancak. Bu projeyi yazan senaristlere, rol alan tüm oyunculara, sette çalışan herkese, çarpıcı müzikleri hazırlayan besteciye, böylesine devasa bir işin altına elini sokmaktan çekinmeyen yapım firmasına teşekkür ederim. Ülkemizde de mükemmel bir iş yapılabileceğine; bu denli övünç duyacağımız, izlerken zevkten gebereceğimiz bir TV dizisi çekilebileceğini bizlere inandırdınız, sağolun. Dün gece bir kere daha anladım ki, Ezel gibi bir yapım yok ve 2 hafta sonra final yaptığında çok ama çok üzüleceğim.

Ezel'in 68. bölümü, en iyi bölüm olarak kabul ettiğim 33. bölüme çok yakındı. Lütfen, gidin 68. bölümü izleyin, bu yazıyı sonra ister okuyun, ister okumayın. (Miss Jane Jones, lafım sanaaa:))) Bu sefer yazı, seyirin zevkini vermeyecek. Çünkü dün gece biz, mükemmel bir cinayet izledik.




DİKKAT

SPOILER



EZEL 68. BÖLÜM :

MÜKEMMEL BİR CİNAYET





Bu bölümün bir HALUK BİLGİNER SENFONİSİ olacağı başından belliydi Kenan Birkan yaklaşan düğün sebebiyle pek coşkuluydu, evi  (ev dediysek kocaman şato) Eyşan için baştan dekore ettiriyordu. O esnada gelen Cengiz adamın bütün keyfinin içine etti verdiği haberle: "Temmuz'u öldürmüşler". Çok korkuyordu Cengiz, acaba Temmuz gibi başka kimse var mıydı? "Yok öyle biri daha, biz kaldık Cengiz" dedi Kenan. O da şok olmuştu bu kayıptan ötürü. "Olmadı biz yapacağız, biz bitireceğiz onun işini." Etraftaki karmaşayı gören Cengiz Kenan'ın Ezel'den kaçacağını, ülkeden gideceğini filan sandı ama sonra Eyşan'ın malikaneye taşınacağını anladı. Ezel'in işini bitireceğini söyleyip Kenan'ın yanından ayrıldı ve Ezel'i aradı. "Ne kadar çok istiyorsun?" diye sordu Ezel'e. "Neyi?" "Kenan'dan kurtulmayı."





Cengiz eski garaja geldi. Yıllar önce Serdar ve Ali ile Ömer'in sonunu planladığı garaja. Ezel karşısına dikildi, Cengiz'den Can'a bir mektp yazmasını, ona Ömer'e yaptığı her şeyi anlatmasını, babasının da Ömer yani Ezel olduğunu açıklamasını emretti. Biraz sonra Ali çıktı, çok kızgındı Cengiz'e. "Tefo'yu sen öldürtmüşsün" dedi tükürür gibi, "Karşılığında Kenan'ın vereceğim". "Bir lafınla Tefo'yu öldürtmüşsün, ben de Ezel'in bir lafıyla seni öldüreceğm şimdi" dedi Ali. Cengiz baktı kaçarı yok, yazdı da yazdı, mektup döşendi oğluna. Eee, 2 sezon diziyi yazdı kolay değil.

2 Gün Sonra (bu 5 yıl önce 10 yıl sonralara dikkat edin bakalım sonunda günler tutuyor mu? Ben kontrol etmedim valla) Neyse,


2 Gün Sonra
Cengiz bankaya gidiyordu, Kenan'ın işlerini o yönetiyor ya. Tostçuda durdu, yengen attırdı, bu esnada tostçunun telefonu çaldı, Cengiz'i istedi arayan. Ezel, Cengiz'den Kenan'la Eyşan'ın düğün planlarını istedi. "Kenan'ı orada öldüreceğiz" dedi.

Eyşan malikanede Kenan'la düğünü planlıyor ama Kenoş endişeden sadece güvenlik meselelerine odaklanıyordu. Artık dayanamadı ve Ezel'i aradı, gümrükte buluşmalarını istedi. Ezel görüşmeye Ali ile gitti ve silahsız olarak Kenan'la buluşmadan önce Ali'ye "tesisatı hazırlasınlar, vakti geldi." dedi.

Ve Ezel ile Kenan Birkan karşıkarşıya geldiler. Ah, Haluk Bilginer'i izlemek lazım bu sahnelerde.




Kenan, Ezel'e 2 hikayede (geçmişteki Ramiz-Kenan-Selma üçgeni ile günümüzde Cengiz-Ezel-Eyşan üçgeni) Kenan ile Ezel'in aynı olduğuna ikna etmeye çalışıyordu "Boy farkı var" dedi Ezel:))) Güldü Kenan." Bizim çocuklarımızı aldılar" dedi. "Hayatımın en korkunç anı Dayı'nın öldüğü geceydi. Bittiğinde ne yapacağımı düşünmemiştim. Sen düşündün mü? Herşey bittiğinde yaşamaya devam edeceğini düşündün mü? Dayı öldü Ezel, sen yaşıyorsun. Bu benim hikayem olsaydı, Temmuz benim Tevfik'imdi. Benden çok şey aldın sen Ezel, neşemi, vurdumduymazlığımı cesaretimi aldın. ... Ben seni düşman bellemedim çocuk. Gel bitirelim. Yaşamaya devam edelim. Sadece ahmaklar ölülere borçlu kalır."


Ezel'in cevabı ise şu idi: "Senle ben aynıyız Kenan. Tek bir farkla. Senin bildiğin bir şeyi ben bilmiyorum: Nasıl öleceğini! Sen nasıl öleceğini bileceksin Kenan! Çünkü şimdi ben sana söyleyeceğim. Bu hafta bitmeden kendi odanda, kendi başına, kendi silahını kafana dayayacaksın. Kendini öldüreceksin."

Kenan önce güldü, sonra parasıyla bir sürü kiralık katil tuttuğunu ilan etti Ezel'e. Kaybedecek hiç bir şeyi olmayan bu adamlar gördükleri yerde Ezel'i vuracaklardı. 1000 adam Ezel'in peşinde idi.

Kenan eve döndüğünde Cengiz'i çalışır buldu. Cengiz'e artık sahaya indiğini, Ezel'in peşinde olduğunu söyledi. Kenan'ın herkesi katil edecek kadar parası vardı. O esnada alarmlar çaldı, fedaisi Kenan'ı güvenli odaya aldı. Kenan monitörün başına geçti ama yavaş yavaş görüntü gitti, telsiz kesildi, sonra da takk, ışıklar gitti. Kenan'dan yusuuff yussuuuf sesleri gelirken görüntü yavaş yavaş ekrana gelmeye başladı ve biraz sonra Ezel Kenan'a el sallamakta idi monitörden. "Beni korkutmak için 1000 kişiye ihtiyacın var. Benim seni korkutmak için 1000 kişiye ihtiyacım yok. Sana ihanet edecek, yakınından 1 kişi yeter. Ben 1 katil bulabilir miyim?" dedi Ezel ekrandan. Kenan yanındakileri kovdu, odada paniklenmeye başladı. Yanına gelen Eyşan adama sarılıp teselli etti, artık hep beraber olduklarını, herşeyi halledeceğini söyledi.


Ezel Ali'ye son oyunlarını oynadıklarını söyledi. Sonra garaja gelen Cengiz ile konuştular. Cengiz ne istihbarat getirdiyse, Ezel biliyordu hepsini. Düğünün 23 Mayıs'ta Silivri bilmemne otelde olacağını. Otelde bir konuk odası varmış. Bir güvenlik açığı bulup konuk odasına gireceklerdi. Kenan'ı da orada öldüreceklerdi. "Kenan'ı oraya kim getirecek, ben mi?" diye güldü Cengiz. Ezel "Hayır" dedi "Eyşan! Kenan'ın güvendiği tek kişi" çünküü, meğersem

1 hafta önce
Ezel Eyşan'a gitmiş. Eyşan aslında Temmuz'un öldürülmesini bekliyormuş. Temmuz geberince bu da basıp gidecek, herkesten kaçacakmış. Evlenmeye niyeti yokmuş. Ezel de buna "Gitme kal" demiş "Kenan'ı beraber öldürürsek yine senle olmak istiyorum, bir başkasıyla değil" demiş. "Hep öyleydi, her şey bir gün seninle olmak içindi" demiş. Eyşan da Ezel'e aşık olduğundan kabul etmiş, oyuna katılmış.

1. sezonun en başında "İhanet onları ayırdı, intikam birleştirecek" demişlerdi, işte buymuş dostlar!


Cengiz dellendi  tabii, Ezel'in tek bir sözüyle Eyşan her şeyi kabul etmişti. Ezel ise aslında yalan söylemişti Eyşan'a, beraber olmak istediği uyuz Bade idi. Ezel Cengiz'e bu iş bittiğinde masadan en karlı kalkacak kişi olduğunu söyledi.

Ali ile Ezel düğünü basmaya havai fişekçi kılığında gideceklerdi. Havai fişek kutularında DANTES ATEŞLEYİCİLER yazıyordu :)))) Harika değil mi? Olaydan önce ikisinin de ufak birer işi vardı. Ezel Bade'ye gidip bu gece kaçacaklarını söyledi. Ali eve gidip bebeği pışpışladı. Azad "git, düğünü bas bir güzel, Kenan'ı hallet gel, gece 12'de bebek nöbetin var" diyerek yolladı Ali'yi.

Otelde, Eyşan Kenan'ın yanına gelip düğün için konuşma yazmasını istedi, aşkını anlatan. O esnada çekmeceye bir göz attı ama neden?

*Mükemmel suçu işlemek için kurbanının en mutlu anını bekleyeceksin.

Fişekçiler düğüne gittiler, Cengiz içeri aldı bunları. (Bu esnada eskiden Ramiz Dayı'dan dinlediğimiz aforizmaları Ezel saçıyordu, izlemeniz lazım o kurguyu)

*Mükemmel suç en son anda katilin ve kurbanın yer değiştirmesidir.

Ali ile Ezel konuk odasına girdiler. Cengiz'in burada tuvaletin sifonuna silah saklamış olması gerekiyordu (The Godfather?) Ali gitti baktı, yüzü değişti adamın, silah milah yoktu. Ve o anda Cengiz, yanında Kenan, peşisıra azman korumasıyla içeri daldı.


Meğersem Cengiz puştu herşeyi anlatmış Kenan'a. Kenan bunları izlemekteymiş meğersem. Eyşan da düğün hediyesi olarak geçmişi silmsini istemiş Kenan'dan. Nikahları kıyılırken Ezel'in hayatta olmasını ve izlemesini istemiş.

Bunları itiraf eden Cengiz silahını çekti ve Ali'yi vurdu.

*Suçların en korkuncu uyumak, ölmek ya da unutmak değil; yaşamak, görmek, ölene dek hatırlamaktır.

Ali kanlar içinde yere yığıldı. Ezel "Ali abi, bebek, Azad'a ne derim" diye ağlamaya başladı. Ama Ali ölmüştü. Kenan adamlara cesedi sarıp götürmelerini, video kayıtlarından Ali'yi silmelerini istedi. Ali oraya hiç gelmemiş olacaktı.



Bu sahnelerde heyecandan not alamadığımdan çok özet geçiyorum, ama izlemesi çok zevkli idi. Neyse, Kenan ile Eyşan düğün marşı eşliğinde nikah masasına geldiler. Kenan elleriyle yazdığı Eyşan'a aşkını anlatan yazıyı okuyacaktı ki, Eyşan elinden aldı yazıyı, memur bey'e işaret etti, nikahları kıyıldı. Havai fişekler patlatıldı. Sonra Eyşan aşk hakkında bir konuşma yaptı. Öyle bir bağladı ki, deliler gibi aşık bir kadındı o. Kenan mest olmuş, hoşafın yağ kesilmişken Eyşan "Sana değil" diye patlattı bombayı. Ve herşeyi Ezel için yaptığını, aslında Kenan'dan nefret ettiğini, Kenan'ın iğrenç bir katil olduğunu söyledi adamın suratına. Kenan zaten orada ölmüştü. Ama koşarak kaçtı, konuk odasında bir koltuğa yığıldı.

Ve arkadan Kerpeten Ali geldi.


1 hafta önce
Meğersem, bu 4 eski arkadaş garajda bir araya gelip konuşmuşlar. Herşeyi planlamışlar. Çünkü Ezel'in dediği gibi "mükemmel bir cinayette fail olmaz".

Ali şimdi bunları Kenan'a anlatıyordu. Ali'yi öldü sanıp video kayıtlarından sildiren Kenan, kendini faili meçhul yapmıştı. Hani düğünden önce odaya gelip çekmeceye bakan Eyşan, Kenan'ın silahını nerede tuttuğunu görmüştü. Kenan kendi silahıyla kendini vurmuş olacaktı, elinde intihar mektubu, Eyşan'ın nikahta okumasına müsaade etmediği, elleriyle yazılmış mektup. Ezel nikah boyu herkesin gözü önünde olayı izlediğinden, kimse onu da suçlayamayacaktı. Üstelik nikah da kıyıldığından, Kenan'ın nesi var nesi yok, bizimkilerin eline geçmişti artık. Kenan mükemmel cinayete kurban gittiğini anladı.  O esnada Ali'nin telefonu çaldı. Ezel'di arayan. "Şimdi nasıl öldüğünü anladın mı? Kendi odanda, kendi silahınla, kendi başına" Kenan inanamıyordu olanlara. "Senle ben aynı değilmişiz Ezel, sen benden de acımasızsın"



Sonra "hayır" diye bağırdı, "böyle bitemez. mutlu sonla bitecekti, hayır!". "Bitti" dedi Ali.

Dışarıdan bir el silah sesi duydu Ezel. Ramiz Dayı'nın en büyük dostu ve en tehlikeli düşmanı; adı ilk sezondan beri efsane olup dilimizden düşmeyen; hikayesiyle ikinci sezon "acaba o mu haklı" dedirten Kenan Birkan ölmüştü. Ezel, Dayı'yı düşündü, sonra arkasına dönüp baktı, aaaaaaaaaaaa Dayı oradaydı. Tabii ben heyecanla çığlık attım "Dayıııı" diye ama yok, ölmüş hakikaten Dayı, sevimli hayalet formu imiş o gelen.

Ezel "tamam mı?" diye sordu gördüğü hayale, "bitti mi? aldın mı intikamını?". Dayı dedi ki: "İntikam değil yeğen, intikam değil... eski bir arkadaşla, dostluğumuz ıraklaşmıştı. Özlemiştik birbirimizi. Hasret hasta etmişti bizi yeğen. Ama sen, gene buluşturdun bizi. Yeğen! Bazı dostluklar ölümle yeniden başlar. Bazı hasretler ancak ölümle sona erer. Sen yeğen, hasrete son verdin.Yeniden buluşturdun bizi. Sağol yeğen, iyi ettin. İyi ettin. Sağol."

Ve sonra geriden geriden gencecik Kenan belirdi, Dayı ile göz göze geldiler. Dayı da artık yine genç kabadayı Ramiz idi. 40 yıl sonra kavuşan iki dost; gücün aydınlık tarafında bir araya gelen Obi-Wan Kenobi ve Anakin Skywalker gibi, yanyana geldiler, ve birlikte ışığa yürüdüler. İnanılmaz bir sahne idi. (Işığa yürüdüler kısmını uydurmuş olabilirim:)))

Eyşan gelinliği içinde, bütün umutlarıyla Ezel'e geldi. Ezel, yıkılarak başını çevirdi Eyşan'dan; onu da yıkarak kaçtı gitti Bade'ye. Bade de buna dedi ki, "sen yeni bir hayat istemiyorsun, eskisine devam etmek istiyorsun. Eyşan'la kurduğun hayalleri yaşamak istiyorsun". Evet Ezel aslında hep ama hep Eyşan'ı seviyordu. İntikamın birleştireceği onlar idi. Ezel bunun farkına varmıştı artık.

Böylece bu bölüm sona erdi ammaaa, ben valla FİNAL sandım, baktım ekranın sağına soluna, daha bundan öte ne yapacaklar anlayabilmiş değilim yeğenler.


kalan son 2 bölümde görüşmek üzere,

xo xo



1 Haziran 2011 Çarşamba

Koşun Kutumu Açıyorum!

Bugün sizlere şikayet kutumu açmak istiyorum sevgili seyirciler. İçim yine şikayetlerle doldu taştı. Nereden başlasam, nasıl anlatsam bilemedim. Aklıma geldiğince yazmaya çalışayım.
 
1 ay oldu, sabah 6:30'da kalkmaya alışamadım, üstelik hava aydınlık olduğu halde bu saatte kalkmak beni çökertiyor. Psikolojik bariyerim var herhalde. 7'de kalksam sorun yok, kış gelse, karanlık da olsa 7 kalkmak için normal bir saat benim için. Ama 6:30'u yapamıyorum.
 
Kalkıp, elime ilk gelen şeyleri giyinip Arnavutköy'e yürüyorum. Saat tam 7'de buradan kalkan bir otobüs var, Mecidiyeköy'e gidiyor. Ona binmek zorundayım. Kaçırırsan sıçtın, sonraki taa 8'de, işe yaramıyor.
 
Otobüs 10, en fazla 15 dakikada Mecidiyeköy'de oluyor. Bundan sonra da Mevidiyeköy gettosunda servisi bekliyorum. Servis karşıdan geliyor, 7:35'te Mecidiyeköy'de oluyor, 7:45'e kadar burada bekliyor. Ben 20 dakika servisin gelmesini beklerken Mecidiyeköy'de soğuktan titriyorum hala. Hayminako, sabah 17 derecede işe gidiyorum, akşam 30 derecede eve dönüyorum, bu nasıl iş yaleppim?
 
Servis gelince bir de kalkması için bekliyorum. Uyuyamıyorum. Kafam dumanlanıyor, bir tuhaf oluyorum işe gelene kadar.
 
İşe gelince, hala masam, yerim yok. Uzuun bir zaman da olmayacak gibi. Küçük bir toplantı odasında oturuyorum. Birisinin toplantı yapası gelince, laptopu alıp artık bi arkadaşın masası kenarına çörekleniyorum. 1 aydır iskemle tepesinde oturup bilgisayara eğilmekten belim, boynum ağrıyor. Üstelik işlerim çok yoğunlaşmaya başlayacak, dosyalarla yayılacak masa lazım, malzeme lazım, numuneleri koyacak yer lazım, yok ama yok yok. Bunlar beni boğuyor.
 
Akşam yolda servisten inip metrobüse biniyorum Mecidiyeköy'e gelmek için. Yoksa trafik berbat biliyorsunuz. Mecidiyeköy'den otobüsle Etiler, Etiler'den bayır aşağı yürüyorum. Kışın yürüyemem, şirketin oradan dolmuşla Taksim'e gelirim diye planlıyorum. O günleri görürsek tabii. Ama bu akşam trafiği normal sayılır, valla birşey demiyorum. Sabahın çilesi benim direncimi kıran.
 
Şirkette facebook, youtube, twitter, blogger, ekşi sözlük erişime engelli. Buna diyecek lafım olamaz herhalde, şirket komple interneti de kapatabilir, sonuçta "benim zamanımı çalmaya hakkın yok" diyebilir bana. Ama yine de ben sinir oluyorum, facebook vb. filan umurumda değil, blogger niye kapalı? Gün içinde yorumları cevaplayamamak, yazı yazamamak işkence resmen benim için. Akşamları çok erkenden uykum geliyor, dün gece Ezel yazımı bitiremeden uyuyakaldım mesela. Gün içinde blog için zamana ihtiyacım var. Açıkçası 8'de işbaşı yapıp 6'ya kadar durmaksızın çalışamam ben. Bu şekilde, hiç kafa dağıtmadan çalışabilen varsa beri gelsin, madalya takacağım. Ben çok bunalıyorum ve bunalınca blog benim için nefes alanı, yaşam alanı demek. İş hayatında bu haksız bir istek. Ben yine de istiyorum.
 
Eve dönerken yürüdüğümü yazmıştım. Arnavutköy'ün daracık sokaklarında deli gibi hızlı giden öküz ciplerden nefret ediyorum. Sokaklarda yaşayan köpeklere çarpıyorlar sürekli. Ben de ezilmekten korkuyorum, o yokuşlarda, dar yollarda nasıl bir hız yapmaktır bu? Cehennemin dibine mi yetişiyorsunuz pezevenkler??? Bir de motorlular var, bir gün bunlardan biriyle çarpışacağım diye ödüm kopuyor. Cırt cırt insanın sağından solundan fırlayıp gidiyorlar. Hepsinden nefret ediyorum. Arnavutköy'de köpekler topallıyor hep. Ben kaçamazken o garibanlar nasıl kaçsın bu canavarlardan?
 
Neyse gmail açık, bloga mail atabiliyorum en azından. İçimi dökmem gerekiyordu.
 
Daha neşeli yazılarda görüşmek üzere,
 
xo xo