29 Eylül 2011 Perşembe

Suşi rüyaları

Geçen akşam muhteşem bir suşi rüyası gerçek oldu dostlar. Aylardır Mori Suşi'nin fırsat küponu çıksa da gidip suşilere gömülsek diye hayaller kurarken, sabahın köründe domuz suratımla kahvemi yudumladığım esnada, maillerin içinde şahin gözlerimle beklediğim fırsatı farkettim. Hemen Kübra arkadaşım ile küponlarımızı satın aldık, rezervasyon yaptırıp günleri saymaya başladık. Rezervasyonu yaparken "bizim küponumuz vardı amca" diye az biraz eziklendim ama ne gam. Güzelim Mori suşilerden yiyecek idik:))

Tabii sayılı gün çabuk geçti ve kendimizi şıkır şıkır bir Istanbul gecesinde, Bebek sahillerinde suşi siparişi verirken bulduk. Yalnız Kübik'in bir ricası vardı: Geçen seferki Mori suşi gecemizde, ben içmeden sarhoş olmuş, gecenin sonunda garsona "aslında biraz daha yiyebilirim ama bokunu çıkartmaya gerek yok" deyivermiştim:))) Ulan mal, yiyorsan ye, yemiyorsan kalk, garsona ne? Kime ne ispatlamaya çalışıyorsun, adama 30 tane suşi yiyebileceğini mi kanıtlayacaksın deli misin nesin ahahaah:))))  değil mi ama????



O yüzden her aklına geldikçe gülse de Kübracık aman bu sefer bok mok demeyeyim diye çok rica etti, ben de piki dedim, masamıza yerleştik, küponumuza dahil olan suşilerden istediklerimizi seçtik.


Bu Mori'deki suşiler pek fena, bolca crunchy dedikleri kızarmış somon parçacıklı, efendim acılı soslu kızarmış sebzeli böreğimsi suşiler yapıyorlar. Böyle ılık ılık geliyor o suşiler, bir lokmada luk luk yutuyoruz amannnn itadakimassss:))

İlk tabağı crunchy'lerden seçtikten sonra ikinci tabağımızı da uramakilerden derledik. Aman aman, o içi krem peynirli Boston mudur nedir, o pek nefasetti, fakat ikinci turda ben artık çoktan kendimden geçmiş idim, fotoğraf çekemedim o yüzden:))


İşte böylese bir sana bir bana usülü, sen sağdan ben soldan hesabı, gayet planlı programlı suşileri bir güzel yedik bitirdik. Hiç haksızlık olmadı, suşileri tam olarak hakkıyla bölüşmüştük:))))  Ben de garson kardeşlere abuk subuk laflar etmedim. Sohbet muhabbet derken, Kübra bana apartmanlarının bahçesindeki küçük kedilerden bahsetti, yavrulardan biri hastalanmış, berikiler hoplaya zıplaya oynarken buncağız kutusunda kıvrılmış yatıyormuş, anne kedi gelip bunu yalıyormuş filan. Kübra da kedi öleceekk diye muslukları açınca sağolsun kocisi almış yavruyu, veterinere götürmüşler. Veteriner sokak kedisi diye muayene ücreti almadan yavruya iğne vurmuş poposundan, yavrucak açılmış, hoplamaya başlamış heyyyy:))) Meğersem 41 derece ateşi çıkmış yavrunun. O bunları anlatınca benim de aklıma bizim kedinin geçen seneki hastalığı geldi, ondan bahsettim. "İşte götürdük doktora, poposuna dereceyi soktu, kabız olmuş didiii" derken bir de ne göreyim, garson yanımdaymış, adama bok dememişim de kaka demişim bu sefer ahahaah, ha bok ha kabız hepsi aynı yere çıkıyor:))))  Ülen adamcağızın kaderi buymuş ne yapayım??

Yediğimiz yumuşacık, lüplüp suşilerle mutluluktan nirvanaya ulaşınca artık evlere dağılma saatinin geldiğini anladık. Ama önce Starbucks'a gidip birer soda içtik dostlar:))) Ne de olsa o soyalar, balıklar, acı soslar hararet yapıyor. Ama 2 soda içip 3 kere geğirdin mi mışıl mışıl uyursun, kulak verin bu dediğime:)))

haftasonu görüşmek üzere:)

xo xo

24 Eylül 2011 Cumartesi

İkinci Sahaf Seferi

Geçen hafta Sahaf Şenliğinin süresinin uzatıldığını öğrendim ve ikinci kere sahafları ziyaret etmeye karar verdim. Hatırlarsanız ilk seferimde pek az Agatha bulduğumdan bahsetmiş, nerede bu kitaplar  diye epeyce sızlanmıştım. Sağolsun arkadaşım Biblio bana Agathalar'ın dükkanların arkasında gizlenmiş olduklarını, belli bazı tezgahlarda sergilendiklerini söyledi ve nerede bu kitapları bulabileceğime dair çok güzel tüyolar verdi.

Şimdi bu Agatha takıntımı da açıklayayım. Biliyorsunuz, geçen Mart ayında kendime BBC'nin harikulade Poirot setini almıştım. David Suchet'in sevgili dedektifimizi ta kendisi olarak canlandırdığı bu kocaman seti bayılarak izliyordum ki, Poirot maceralarının çoğunu okumamış olduğumu farkettim! Sadece kitabını önceden okumuş olduğum maceraları izledim önce. Sonra da seti rafa kaldırıp kendimi Hercule Poirot külliyatını okumaya adadım. Evet, ülkemizde yayınlanmış tüm Poirot maceralarını okuyacak ve daha sonra da okuduğum kitabın filmini izleyecektim. İşte bu sebeptendir ki, deli gibi sahaflara koşup bir sürü Poirot aldım.

Salı akşamı işten çıkıp Taksim dolmuşuna bindim, dolmuş çevre yolundan gidip Tarlabaşı'ndan yukarı çıktı. Şİmdi trafikte meydana kadar çıkacaktı., meydandan Odakule'ye geri yürüyecektim. Ben de amannn diyip Tarlabaşı'nda indim dolmuştan, üçbuçuk ata ata,  koşturarak Odakule'ye attım kendimi. Ömrümde ilk kez orada yürümüştüm, kitap alacağım diye çektiğim korkuya bak:)))

Biblio'cuğun tüyolarını takip ederek her dükkana tek tek, üşenmeden "Agatha Christie var mı?" diye sordum, mimli tezgahları karıştırdım. Sonunda tam 6 tane Hercule Poirot macerasını külliyatıma eklemeyi başardım. Bu sene epey bereketli geçti benim için sahaf şenliği.

İşte aldıklarım :



Yakut Kana Bulandı (Mavi Trenin Esrarı) (The Mystery Of The Blue Train) : Altın Kitaplar, basım yılı yazmıyor. Thalassapolis arkadaşım anlattığından beri okumak istediğim, Riviera'da geçen egzotik bir Poirot macerası. Kitabın içinden eski sahibesinin diyet listesi çıktı:)))

Özge Hanım'ın 8 Kasım 1991 tarihli listesi şöyle:
Sabah : ekmek, peynir
Öğlen : 1 patates, yaım kase yoğurt
Ara : 2 elma
Akşam : et, sebze, salata
ve 1 fincan çay hakkı varmış.


Bu tarihte 71,8 kg olan Özge Hanım 29 Kasım'da 64,5 kiloya düşmüş. Ne kadar hızlı? Sonra ne  oldu acaba? Bu da eski kitaplarda bulduğumuz diğer sırların yanına gidecek bir hikaye:)

Devam edelim kitaplara:



Elmayı Yılan Isırdı (Halloween Party) : Altın Kitaplar 1970 baskısı. Poirot ve Ariadne Oliver'lı bir cinayet romanı. Mrs Oliver'ı da çok severim, Poirot maceralarına elma tadı katıyor bu sevimli karakter.

Ariadne Oliver bir nevi Agatha Christie'nin kendi karikatürüdür. Mrs Oliver meşhur bir cinayet romanı yazarıdır. Kahramanı Finlandiyalı dedektif Sven Hjerson'dur. Mrs Oliver kendi yarattığı bu karakterden nefret eder, kırçıl saçlarının modelini sürekli değiştirir, habire elma yer. Evhamlı, kolay panikleyen biri olsa da İngilizlerin tabiriyle sportmen bir kadındır ve Poirot ile beraber karıştığı davalarda katili hep yanlış tahmin etmesiyle ünlüdür:))

David Suchet'e ise Mrs Oliver olarak bizim Harry Potter'ın uçuş profesörü Zoe Wannamaker eşlik ediyor.



Filler de Hatırlar (Elephants Can Remember) : Altın Kitaplar 1973 baskısı. İsminden dolayı epeydir merak edttiğim bir roman. Kitabın içinde bir damga var: "Hekimoğlu Kitaplığı. Okudunuz. İade Ediniz." yazıyor:))
Ariadne bu romanda da dedektifimize eşlik ediyor.


Üç Perdelik Cinayet (Three Act Tragedy) : Altın Kitaplar 1990 baskısı. İşte benim lise çağlarımda okuduğum Agatha kitapları hep bu tarz kapaklara sahipti. Bu kitabı aldığım sahaf çok hoş bir de ayraç verdi, sahaf fuarı kitap ayracı:)



Sonuncu Kurban (Dead Man's Foley) : Altın Kitaplar 1966 baskısı. Bu arada aldıklarım hepsi Gülten ve Gönül Suveren kardeşlerin çevirileri. Güncel baskılar da bu çeviriler üzerinden devam ediyor. Sonuncu Kurban ise Ariadne Oliver ve elmalarının sevgili dedektifimize eşlik ettiği bir diğer  Poirot macerası.


Cenazeden Sonra (After The Funeral) : Altın Kitaplar 2006 baskısı. Bu kitap 2000'lerdeki güncel basımlardan. O yüzden  5 lira değil 7,5 liraya aldım. Şaşırtıcı derecede kalın bir Agatha Christie romanı.



Agatha Christie kitapları çok uzun yıllardır yayınlanıyor ülkemizde. Altın Kitaplar birkaç yıldır isimleri orijinaline uygun olarak yeni kapaklarla tekrar basıyor bu romanları. Ben eski kapakları daha çok sevdiğime karar verdim. Ya siz?

xo xo

22 Eylül 2011 Perşembe

Küçük Bir Değişiklik

Artık sabahları 6:30'da değil; 6:40'da kalkıyorum sayın seyirciler. 10 dakika daha fazla uyuyorum! Heyyooo:)) Sebep, sabah tam 7'de Arnavutköy'den kalkan Mecidiyeköy otobüsüne binmekten vazgeçtim. Aaa, bu ne be, hergün boş yere yarrımm saat servis bekliyorum Mecidiyeköy'de. Şimdi şöyle yapıyprum. 10 dakika daha fazla uyuyup 7'de evden çıkıp Ortaköy'e gidiyorum. Otobüsle 5 dakika sürüyor. Ortaköy'den de Mecidiyeköy'e çıkıyorum, o da 15 dakika. Oh, 7:30'da Mecidiyeköy'deyim. Servis de hemen hemen gelmiş oluyor. Artık kışın yağmurda çamurda yol üstünde bir pasajın girişine çay ocağı açılmış, orada oturu tostumu yer, çayımı içerim. Sabah sabah metrobüs çilesi çekmekten iyidir herhalde. Bir de Ortaköy durağında çok tatlı kediler var, insana alışkınlar, tekir olan duraktaki oturakta oturuyor. Bu sabah yanına ilişip kafasını kaşıdım sümsüğün. Beriki duman rengi olan da oturağın altında toparlak toparlak oturuyor. Tamam sevdim bu durağı. Sabah sabah 2 otobüse binince uykum da açılmış oluyor haliyle. Artık bir süre de böyle idare edeceğim napalım.

Ondan sonra, bu hafta her akşam birşey yaptım. Pazartesi kediye kuru mama aldım jumbo boy:) Yetişkin kediler için yaşlanma belirtilerini geciktirici mama biliyorsunuz, annem de yemek istiyor o mamadan:) Poşetin üzerine de eşantiyon yaş mama yapıştırmışlar. O da gurme mezgit bilmemne maması, oohhhh. Annemle şöyle bir düşündük yani biz en son ne zaman mezgit yemiştik? :))) Merak etmeyin, hayvancağızın mamasına sulanmadık, haftasonu kendisine ziyafet çekeceğiz.

Salı akşamı ikinci kere sahaf şenliğine gittim, bunu akşama fotoğraflarla anlatacağım. Dün akşam da mutat haftalık kızlar toplantımız var idi. Hava muhalefeti sebebiyle Cevahir'e gittik. Biraz mağaza gezdik. Bu sezon en moda renk sarı biliyorsunuz, Lady Charlotte taaa aylar önce söylemişti bana. İşte Zara sarı elbiseleri çakmıştı tükkanın girişine. Sonra Mango'yu, Bershka'yı, Pull and Bear'i gezdik. Ben boynuma dolamayı sevdiğim şallara baktım ama çüş 70 liraydı şallar Mango'da, almadım tabii, fuşya puantiyeli ucuz olanından aldım Bershka'dan.


Mağazaları gezerken halimiz çok komikti. Biri bizi dinlese "Saat 9 yönünde mor elbise var!" , "Pantolon o kadar dardı ki götümdeki selülitler bile belli oluyordu!", "mor eteği alırsan üstüne sarı tişört altına sarı çorapla giyersin" gibi şeyler duyabilir, mağazalardaki en komik parçaları deneyip düştüğümüz halleri izleyerek oldukça eğlenebilirdi. Misal ben Bershka'daki ayı postuna benzeyen kıllı ceketi giydim ve "Judy sevgi istiyor" diye üzerine yürüdüğüm canım arkadaşlarımın hiç biri bana sarılmayı kabul etmedi:)))

Yemeğimizi yedikten sonra Cevahir'in dışında açılan Starbucks'dan kahve aldık, böylece alışveriş merkezinin kapanış saatine de bağlı kalmamış olacaktık. Bazıları da Pinkberry dükkanından donmuş yoğurt aldılar. Güya sağlıklı birşey, ama yoğurdun üzerine çikolata parçacıkları, krokan, badem, lokum, mısır gevreği koydurduktan sonra artık ne kadar sağlıklı olmuştur bilemem. Ben geçen hafta tropik meyveli donmuş yoğurttan tatmıştım. Bir daha yemesem de olur.

Bu hafta için başkaca planım yok, mümkünse polisiyelerime gömülmek istiyorum dostlar. Yağmurlu havada elma kemirirken polisiye maceralar okumak gibisi yok:))

XO XO

17 Eylül 2011 Cumartesi

5. Beyoğlu Sahaf Şenliği ganimetleri

Günler aylar su gibi akıp geçmiş ve bu seneki Beyoğlu Sahaf Şenliğine gitme vakti gelmişti. Salı akşamı işten çıkıp Taksim'e giderken geçen seneyi düşünüyordum. Zamanın akışı bana her zaman çarpıcı gelmiştir. Bir sene önce aynı sergiye gittiğimde başka bir yerde çalışıyordum, gözlüklerim vardı, kimbilir ne zamandır maaş almadığım için dertleniyor, bir kaç aydır devam ettiğim diyetimi yapıyordum. Bu sene yeni bir işim vardı, gözlüklerim gitmiş, diyeti başarıyla yaparak incelmeyi başarmıştım. Ama kitaplarla olan ilişkimde değişen hiç birşey yoktu. Yine tanesi 5 liraya kelepir romanlar bulmak ümidiyle eski ciltleri karıştırmaya gidiyordum.

Geçen sene Gezi parkında yapılan şenliği bu sene Odakule'nin arkasına, eskiden Tüyap Kitap Fuarının düzenlendiği yerin önündeki park alanına almışlar. Sanırım daha genişlemiş alan böylece, oldukça da kalabalıklaşmış. Zor gezdim sergileri.


Ben şenliğe 5 liraya kelepir Agatha Christie kitapları bulurum diye gittim. Alanı ilk tur dönüşümde 1 tane bile Agatha göremedim, çok şaşırdım. Bu sene kitaplar daha çeşitliydi, yani tam sahaf gibi salt ikinci el yenice kitaplar değil, gerçekten eski kitaplar ve dergiler doluydu fuarda. Özellikle eski dergilerin çeşitliliğine şaşırdım. Kitaplardan eski ciltli olanlara bir ümit el attım, çoğu Barbara Cartland ve Victoria Holt romansları idi. Dolandım, dolandım, bir türlü alacak bir şey bulamayıp moralimi bozacağım anda, Dido'yu buldum. Kitap Fuarına gittiğimde de böyle olurum, elime ilk kitap torbamı almadan rahat edemem:))


Kitabın kapağı ilgimi çekince içini inceledim, "aşkın, ihanetin ve intikamın tutku dolu hikayesi" yazıyordu. İhanet, intikam benim temalarım ayol diyerek hemen kaptım Dido'yu. Mitolojiden esinlenerek yazılmış bir roman Dido. Yazar Adele Geras.

Dolaşmaya devam edip ilk turda göremediklerimi yakalamak için ikinci bir tur attım alanda. Güzel ciltli romanların dolu olduğu bir standda şu kitabı buldum: Bir Çalgıcının Seyahati.



Aaa ben de bir seyyahım diyerek kitabı biraz inceledim, enteresan geldi. 1976 basımı ve yazarın adı yok! Almancadan çevirenin Mehmet Tevfik olduğu yazıyor sadece kitabın içinde. Kitap ülkemizde ilk kez 1907 senesinde basılmış ve o baskıda dahi yazar adı değil; salt çevirmen Mehmet Tevfik'in adı yazıyormuş. Kitabın kahramanları Alfred Müller ve Fridrih Şüller okuyucular tarafından o kadar çok sevilmişler ki; eski harflerle 2 kere daha basılmış kitabımız, 1911'de ve 1926'da. Yeni harflerle ilk basımı 1945 yılında olmuş. Birkaç kere de özet halinde yayınlanmış, özetleştiren kişi ise Kemal Tahir'miş. Benim elimdeki 1976 baskısını yapan Rakım Çalapala; Kemal Tahir'le görüşmüş ve Tahir'in demesine göre Almanca bir eserden esinlenerek yazılmış bir Türk romanıymış bu aslında. Altın Kitapların çakma Christie'si gibi bir durumla karşı karşıyayız yani:) Yayıncı pes etmemiş, Kemal Tahir'den başka pek çok kişiyle görüşerek gerçeklere ulaşmış, bu romanın yazarı aslında çevirmen olarak geçen Mehmet Tevfik imiş, küçük bir Alman romanından (Bir Haylazın Hayatı)  esinlenerek bu kocaman romanı yazmış. ne yazık ki, Rakım bey Mehmet Tevfik hakkında başkaca bir bilgiye erişememiş. Böyle çok sevilen bir romanın gerçek yazarı da sahafçı dükkanlarında anonim kalmaya mahkum olmuş.

Bu kadar hoş bir hikayesi olan kitabı gerçek bir sahaf hazinesi kabul edip hemen aldım tabii dostlar. İçindeki ithafiyla, karton cildi ve şömiz kabıyla tam bir eski roman Bir Çalgıcının Seyahati, okuduğum bir kaç paragraf da oldukça akıcı geldi. Güzel olacağı kanaatindeyim.


Fakat Agathalar neredeydi? Neden tezgahlarda üstüste yığılmış bir sürü Christie romanı bulamıyordum? Artık kızıp eve dönecektim ki, dükkanlardan bir tanesinde, en dipte, bir sürü eski Agatha Christie kitabı beni bekliyordu! Nihayet! Kitaplar epey eskilerdi, 2 tanesi Altın Kitaplar basımı bile değildi, belki de onları almamalıydım. Ama sonuçta 5 liralık bir Christie romanı ne kadar kötü olabilir?



4000 Yıl Önce İşlenen Cinayet (Death Comes As To End), Nil Yayınevi tarafından basılmış. Ne yazık ki basım senesini yazmamışlar, ama İstanbul telefon numaralarının 6 6 haneli olduğu senelerden kalma bir kitap. Antik Mısır'da geçen bir cinayet romanı. Daha güncel Altın Kitaplar basımının adı Yılan İçini Döktü.

Köşkte Cinayet (The Hollow) 1978 senesinde Selkan yayınları tarafından basılmış. benimle aynı yaşta yani bu kitap! (Ben daha iyi görünüyorum) . Baskısı Altın Kitapların aynısı, başta karakterlerin tanıtıldığı sayfa bile aynı. Altın Kitaplar bu romanı Ceset Katilini Arıyor ve daha sonra da Hollow Malikanesi Cinayeti diye yayınladı, yani Christie kitapları habire isimleri değişerek yayınlanıyor ülkemizde. O yüzden kitap alırken orijinal ismini kontrol etme şansnız varsa mutlaka yapın.

Briç Masasında Cinayet (Cards On The Table) 1980 Altın Kitaplar basımı. Bu kitabı aynı isimle ve farklı kapaklarla yayınlıyorlar hala.

Nil'de Ölüm (Death On The Nile) defalarca filmini izleyip (Hem David Suchet hem Peter Ustinov versiyonunu izledim)  kitabını nedense okumadığım bir Christie şaheseri. Altın Kitapların 1980 baskısı bu da. Aynı şekilde kapağı değişerek basılıyor hala. Ama ben güncel kapaktansa bu elimdeki versiyonu çok daha fazla beğendim.

Fare Kapanı (Three Blind Mice) Altın Kitaplar basımı, ne yazık ki senesi yazmıyor üzerinde. Yalnız diğerleri 75  Lira görünürken bu 100 Lira imiş, demek ki 80 sonrası basım diyebiliriz. Değişik olarak bu kitabın kapağına orijinal ismini de yazmışlar. Bence Agatha romanları için şart bu. Kitap kısa öykülerden oluşuyor, Fare Kapanı öyküsünün farklı bir versiyonunda uyarlanan oyun ise uzun yıllardır Londra'da sergilenmekte.

Cinayet Alfabesi (The ABC Murders) 1978 Altın Kitaplar basımı. Farklı kapaklarla güncel basımları yapılan bir başka Agatha romanı da bu.

Bu seneki sahaf seferimden de oldukça memnun kaldım dostlar. Christie daima iyidir ve diğer kitaplar da enteresan görünüyor. Tabii fuara kadar hiç kitap almayacağım lafımı epey bir yemiş oldum:))

Peki siz en son hangi kitapları aldınız bakalım?

xo xo

15 Eylül 2011 Perşembe

Güzel Bi Hareketlenme Oldu Bende:))

Dün akşam bütün ekip tam kadro toplandık, pek cümbüşlü oldu buluşmamız dostlar. Buluşma mekanımız Taksim Midpoint idi tabii. Yahu bu Midpoint açılmazdan evvel biz nerede oturuyorduk, nerede yemek yiyorduk hiç hatırlamıyorum, MÖ - MS olarak Beyoğlu tarihçemiz ikiye ayrılacak neredeyse:)

Mekana ilk biz vardık Arzuşka ile. Terasta 6 kişilik yer bekliyoruz, diğer yer bekleyenler de tren olmuşlar , ben aman eyvah söylenirken Arzu bir anda coştu "Aaa Kerim Kerim, Kerim değil mi o kıızz" diye zıplamaya başladı, bir de baktım ne göreyim, Fatmagül'ün Kerimo'su Engin Akyürek bütün boyu posu endamı ve de yağlı saçları ile karşımızdaydı. Arzu'yla bekleme masamıza yanyana oturduk mal gibi, sanki tiyatro izliyoruz ahaahah, başladık Kerimo'yu izlemeye. Yavrucak ayakta birileriyle konuştu, gülüştü; sonra meğersem tuvalete gidecekmiş, saçlarını savurtarak yanımızdan geçip gitti, bize de bön bön izlemesi düştü ahahaah çok komikti halimiz:)

Sonra bir karambol oldu, masa bulundu diye bizi terasa dehlediler "aman Kerim'e yakın olsun" dedik, dinlemediler, zaten meğersem masa filan yokmuş ortada. Tam garsonların gelip geçtikleri köşede dikelip beklemeye koyulduk, sağlam küfür yemişizdir geçiş yolunun ortasında durduğumuz için:))) Lady Charlotte ve Denizo da gelmişlerdi o esnada, ayakta dikelen grubumuz genişliyordu. Yüzü tanıdık gelen garson kardeşlerden birinin beynini yiyip nihayet masamıza kavuştuk. 6 kişi olacağımız için maalesef o alçak, göçük masalara oturtulmuştuk ve pek rahatsızlardı ama olsun. Sevo ve Sino da gelince; telefonun tellerine yanyana dizilmiş tombul güverciler gibi masaya sığıştık, ciyak ciyak konuşup gülüşerek; minik garsonu da kendimize hayran bırakarak siparişlerimizi verdik. Bir ara düşündük, bir önlük takıp gitsek Kerimo'nun masasına, sipariş alsak, sana açık büfe desek... ahahaahah:))

Sonra Denizo başka bir plan yaptı: Tam Kerimo yanımızdan geçerken, Denizo ayağa kalkıp "Ben Fatmagül"üm diye bağıracaktı. Çocukcağız şaşırınca da "3 aydır sezon tatilinde biraz kilo almışım, ondan tanıyamadın sen beni" diyecekti. Sonra da bizler ayağa fırlayıp "hepimiz Fatmagül'üz" diye bağıracaktık :))) Çok şükür kendi çılgıncasına komik muhabbetimize o kadar kapıldık ki bu plan suya düştü, Kerimo fırt diye gitti. Ay ama biz çok eğlendik:))

Gece boyu yedik içtik, ben de peynirli salata yedim, pek salata değildi epey kuvvetli bir tabaktı aslında. Üzerine kızların tatlılarından (hem tiramisu, hem mudpie, hem de karayip düşü aldılar !) biraz tırtıkladım. Finalde de kendime bir kıyak geçmeye karar verip mojito patlattım oooo beybi ondan sonra güzel bir hareketlenme oldu bende:)))) Ve Sino gecenin finalinde bize son inanılmaz  maceralarını anlatırken artık hepimiz masanın üzerine serilmiş öyle gülüyorduk, şıngır şıngır güldük, kahkahaları patlattık! Gözümüzden yaş geldi valla çok şükür:))))



Haftaya mutlaka tekrarlanası, şahane bir geceydi. Ama bir daha o kendini salata zanneden peynir kumkumasını yemem, durduk yerde kalori manyağı olmuşumdur. Amaann, şimdi Perihan düşünsün! :))) (Perihan'ın vizitası da 150 tele olmuş yuhhhh)


heyyooo Cuma neşesi ile dolu güzel bir gün ve haftasonu bizi bekler:)

xo xo


14 Eylül 2011 Çarşamba

Neredesin sen be?

Ah dostlar, kaç gündür yazmadım günlüğüme, bugün nihayet eski bir arkadaş inceden dürttü sağolsun, öldün mü kaldın mı haber ver bari dedi. Helva döktürecekti herhalde ne bileyim:))

En son konuştuğumuzda zırlıyordum tatil bitti diye. Dile kolay 2 hafta işe gitmemek ne demek, insan epey uzaklaşıyor hadiseden. Böyle suratın adeta ay parçasına dönüyor, kazayakların açılıyor canım:) Ah ama o Pazartesi işe nasıl gittiğimi de bana sorun.

İşte o meşum Pazar gecesi, kazayakları yeni açılmış mahkeme duvarı suratımla çok geçe kalmadan giydim ayıcıklı pijamamı, yatağa yattım. Yerleştim yerime güzelce, uyuymaya çalışıyorum, tam havaya girmişim  MEEOOUUUWWWW diye dışarıdan bir cayırtıdır koptu, ülen bizim kedi bahçedeydi, buna saldırdılar diye panikle fırladım uçtum yataktan bahçeye. İyi ki donla yatma mevsimini kapatmışız da bi çığlık da komşulardan gelmedi tövbe yaleppim:))) Keddiiiyeaahh, gel pisi pisiii diye seslendim, şıllık kedi de poposunu gezdiriyormuş meğersem, tintin çıktı geldi, annem de cama çıkmış, o da bana kızmasın mı, üşüteceğim diye meraklandı kadın tabii:)

Neyse, kedişin sağlığından emin olunca gidip tekrar yattım. Aman uyu uyuyabilirsen. Dalıp dalıp uyanıyorum, nefesim kesiliyor, biraz uyuyorum bu sefer kabuslar kabuslar... Bütün gece çile çektim,  sanki ertesi gün bütün tırnaklarımı çektirmem gerekiyor filan gibi bir dehşet krizi, yuh dedim sonradan kendime:))) Hep bunun yüzünden:


Eh sonuçta tıpış sesi eşliğinde gidip çalıştık bir güzel. O hafta çok yoğun geçti tabii, bildik iş dertleri, üstüne üstlük eve geliyorum tv'de Ezel de yok :)) Hele Perşembe, pisi pisine şirkette kaldım, servise yetişemedim, müşteri illa birşey istedi, hazırladıktan sonra ise fuzuli yere istediği ortaya çıktı,  evden çok uzaklarda servissiz bir başıma yollarda kalmış bulundum.

Değişiklik olsun, hem kışa deneme olsun diye Cevizlibağ'dan tramvaya binip Kabataş'a gideyim dedim. Önce bekle bekle gelmedi, gelen de kalabalık, ter kokusundan burun düşüren cinsten geldi oyyy amannnnn:))) En azından oturdum! Tıngır tıngır 40 dakikada Kabataş'a geldim. Oradan da artık 1 saatte mi ne Bebek'e geldim hayminako ya. Tabii abartıyorum biraz, 1 saat değilse de çok uzun sürdü, şu sahil trafiği bitmedi gitti vay arkadaş!

Eve geldim artık canım burnumda, moral yerlerde, suratım pelte gibi. Annem "yorulmuşsun evladım" diyecek oldu "sus kadın" , kedi "mivv" dedi, kıçına tekmeyi bastım... Ahahah, yok bunları aklımdan geçirdim, anneme yolda kaldığımı söyledim, kediyi de koynuma aldım, oturdum Fatmagül'ü izlemeye. Tam o sırada kedi hapşırdı! Amannn, ben bir meraklandım kedi hapşırınca, koştum gittim elektrik sobasını odama getirip açtım. Oda  birden ısındı, Kediş kalktı yerinden, sobadan uzak bir köşede haliya serildi... Bana hararet bastı, zaten kafam taş gibi olmuş yorgunluktan, soba ateş gibi, fenayım, üstüne televizyonda Fatmagül mıy mıy muy muy zırlıyor. Aayyyyy noluyo lannnn diye bağırasım geldi. Kedi dile gelse "gözünü seveyim kapa şu sobayı" derdi herhalde :)))) Neyse sobayı kapattım, kedi de bir daha hapşırmadı. Yine hep bunun yüzünden oldu ne olduysa:


Sonra nihayet haftasonu geldi, Cuma gecesi "İstanbul'un Altınları"nı izledim, Cumartesi Lady Charlotte ile Taksim'de gezdik, Midpoint'te yemek yedik. Fakat o kadar yorulmuşuz ki, en son Mango'ya girdiğimizde sadece koltuklarda oturup dinlendik ve mağazayı hiç gezmeden çıkıp gittik. Neden o kadar ayaklarımıza kara sular indi, onu da çözemedim, her zaman dolaştığımız kadar gezmiştik yine.

Pazar günü de evde boş boş yattıktan sonra, tatilden sonraki 2. iş haftasına başlamış bulunuyoruz. Sessiz kaldığım günlerde anlatmaya değer buncacık şey olmuş, o yüzden biraz aksiyon çıksın diye bu akşam Beyoğlu Sahaf Şenliğine gittim, onu da bir sonraki yazıda anlatacağım.

Haydi sağlıcakla kalın, ben de aklımı başıma devşirip günlüğümü düzgün düzgün  yazmaya devam edeyim.

xo xo

5 Eylül 2011 Pazartesi

İyi ki Doğdun Freddie Mercury

Heyy bu akşam Brian ve Roger, Savoy Otel'de Freddie'nin 65. yaşı şerefine bir parti veriyorlarmış, partiye gelenler birer Fred bıyığı takacaklarmış (dress code = bıyık:) . Partinin tüm geliri AIDS hastalığına karşı savaşan Mercury Phoenix Vakfına gidecekmiş.

Freddie'nin doğumgünü için en güzel kutlama Google'dan geldi. İşte istediğimiz zaman doya doya izleyelim diye Google'ın Freddie şerefine hazırladığı doodle'ın videosu:



Bu da Queen grubu resmi web sitesinin hazırladığı 65. Yaş videosu, bunu da çok sevdim. O baştaki My Melancholy Blues'u söylediği görüntüleri daha önce görmemiştim:




İyi ki doğdun Freddie, hep bir yıldız gibi yaşadın ve dünyayı biraz daha pırıltılı bir yer haline getirdin, teşekkürler tatlı prens, ölümsüz dişlek:)

LONG LIVE QUEEN!

4 Eylül 2011 Pazar

Bir çekiç alıp kafama vurunuz lütfen.

Yarın sabah işe mi gidiyorum, darağacına mı gidiyorum anlamadım, nedir bu bunalım? 2 haftadır evdeyim, evet tam 2 hafta. İlk kez deniz güneş görmeden bir yaz geçirdim, tatile gidip tuzlu suya girme şansına erişenleri, güneşte kendini kızartıp foş foş dalga sesini dinleyenleri çok kıskanıyorum. Halbuki hiç kıskanma huyum, kimsenin birşeyinde gözüm yoktur.

Tatilin ilk haftası biraz İstanbul'da turistmiş gibi gezdim, ama sıcaktan ve gerçek turist kalabalığından inmeler indi :)) Bayram haftası ise bildiğiniz gibi yeme - içme programı yapmıştım, planladığım herşeyi yedim ve içtim, ne salaklık. Şarap üzerine içtiğimiz kahve likörü yüzünden annem kafayı buldu, ben de kustum ahaahahah. Annem çok komikti, kafayı bulunca çenesi açıldı, kendinden geçti, anlattı da anlattı ama ne anlattı hiç hatırlamıyorum, dünyam dönüyordu o esnada:))) Güzelim liköre yazık oldu, gerçekten çok lezzetliydi. İkinci şişe şarabı da bugün tatile veda yemeğinde açtım, ancak 1 kadeh içebildim, çok enteresan, bir zamanlar "sünger" ismiyle tanınan Judycik artık içemiyordu.


Tatille beraber yaz da bitti, Eylül geldi, sonbaharın ilk ayı. Bir süredir kayıplarda olan kitap okuma alışkanlığım da geri döndü sanırım. Bütün tatil boş boş oturup son birkaç günde 4 kitap okudum, beşinciyi de bu gece bitirmeyi planlıyorum. Okuduklarım 40. yılı şerefine Queen biyografisi, sağlam bir klasik tarzda polisiye Uyuyan Güzel , son ayların best seller polisiyesi Aklından Bir Sayı Tut, Finlandiya'da geçen klostrofobik polisiye Kar Melekleri. Elimdeki kitap da karanlık bir polisiye, Mezarcı. Polisiye türüne bayılıyorum, hem Agatha teyzenin klasik kansız tarzı, hem de çağdaş yazarların kanlı, seri katilli, esrarlı polisiyeleri çok hoşuma gidiyor. Olayların paranormal çözümü olmasın yeter.

Tatilde oyun da oynadım tabii, biraz Lara Croft olup dünyayı dolaştım. Biraz Machinarium ve Limbo'nun olağandışı dünyalarında kayboldum, biraz da gizli obje buldum. Hepsi de yarım, bitirilmeyi bekliyorlar. Yakında gelecek olan korkunç, uzun, karanlık kış gecelerinde oynayacak oyunlarım var yani. Hüüüü, yahu bu sene adam gibi yaz yaşamadık, hemen Eylül geldi, imdaattt, camekanı kırıp çekici alın ve de kafama 3 kere vurun lütfen, küt küt küt!


Eylül'le beraber tv ekranlarında dizi bunalımı da başlıyor tabii, annem artık bulur her akşam izleyecek bir tane. Ben Fatmoş'u izlerim sanıyorum, Beren Saat olmasa onu da izlemezdim, ağlak dizilerden tiksiniyorum çünkü. Ve tabii artık EZEL yok, inanın hala üzülüyorum Ezel bittiği için. Behzat amirim ise Kasım'da başlayacakmış diyolla, Behzat başlayana kadar Rizzoli & Isles ve Leverage ile kendimi avutabilirim. Bir de Game of Thrones başlayacak, onu da izleyebilirim, kısmet.

Evet, yazıyı yazarken bile saat ilerledi ve yatma saatine az kaldı. Allahım, sanki darağacına gidiyorum, deli miyim neyim, nedir bu dehşet hissi? Alt tarafı işe gidiyorum, sabahın kör karanlığında kalkıp akşamın trafik çilesini çekmeye, arkadaşlarla muhabbet edip talepkar müşterinin işlerini halletmeye gidiyorum. Oh!

Mezarlıklarda geçen, cesetleri anlatan romanımı okumaya devam edeyim bari, içim açılsın!

Yarın işbaşı yapacak olan herkese şimdiden çok kolay gelsin, tatil yapanların da güneşi bol olsun.

xo xo

Not : Yarın canım Freddie'nin doğumgünü:)