30 Ekim 2011 Pazar

Sevalin Kınası veya Sarı Elbisenin Başına Gelenler

Cuma akşamı işten çıkıp Seval'in kınasına gittik sevgili izleyenlerim. Beraber olduğumuz yıllar boyunca ilk kez kızçeler ekibinden bir kızçe, en ufağımız Seval evleniyor idi, hepimiz pek heyecanlıydık. Akşam iş çıkışı gideceğimiz için giyinip kuşanıp şirkete gelmiştik, ben Zara'dan aldığım sezonun hit rengi sarı, fırıl fırıl etekli elbisemi giymiş idim, bakınız :



Öğlen şirkette yemekhaneye inerken aklıma düştü, bugün herkesin gözü üzerimde, kesin üstüme başıma yemek dökerim dedim ve kocaman bir gömlek geçirdim sırtıma, gömlek önlük gibi elbisemi koruyacak idi. Kübra dalga geçti güldü hatta:)) Neyse efendime söyliyeyim, yemekten sonra tepsiyi bırakıp odama çıktım ki ne göreyim, elbisenin etek kısmında kırmızı kırmızı bir sürü leke! Püüüüü, kırmızı lahananın suyu nereden gelip sızıp bulaştıysa elbisemin içine etmişti dostlar, hele bi de arkada olsa bu lekeler evlere şenlik, kesin herkes aynı şeyi düşünecekti:))

Kafamı öne eğip gidip Kübra'ya gösterdim eteği, gülmeye cesaret edemediği için ağzı açık kaldı arkadaşımın, resmen aptala malum olmuştu vaziyet. Sonra Yusuf Kuş'a gittim, Yusuf abiyi eski şirketten tanırım, imalathanede çalışır, hatalı lekeli mallara kocaman büyüteçli cihazlarla bakıp lekeleri çıkartır, üzerinize bişey dökülürse sihirli kimyasallarla çıkartıverir lekeyi.

Tam Yusuf Kuş'a gittim, elektrik kesildi fabrikada. Hoppaaa! Kimyasal püskürten alet elektrikli olduğundan Yusuf Usta "sen git, bu lekeleri biraz ıslat, elektrikler gelince gelirsin" dedi, yine başımı öne eğdim, yukarı çıkarken cereyanlar geldi, koştum hemen imalathaneye, Yusuf Usta da koşarak geldi sağolsun:))) Arka tarafa geçtik, usta önce lekelere kimyasal püskürttü, sonra hava püskürttü, en sonunda da ütü bastı. Kırmızı pis lekeler çıktı ama kimyasalın izi kaldı böyle daire şeklinde, resmen elbise götüme benzedi. Neyse ama pek farkedilecek gibi değildi lekeler, koşarken belli olmaz dedim, eğdim boynumu çıktım yukarı:)

kamera görünce hiç dayananmam:))

Masama gelince aklıma geldi, elbisenin yıkama talimatına baktım. Kuru temizleme yapın, ütülemeyin yazıyordu talimatta. Biz de maşallah pek ıslak bir temizleme yapmış, ütüyü de basmış idik, geçirmişler olsundu artık sarı elbiseye :))))

Neyse nihayet akşam oldu, herşeyin üstüne bir de yükleme günüydü, nasıl işleri bitirdim, telefon trafiğinden nasıl sağ çıktım, o son dakikada paketleme listesini nasıl yetiştirdim ben de anlamadım.  Servise oturdum ve Cuma günü insanlar yarım gün çalıştığı için akşam bomboş kalan yollardan Mecidiyeköy'e geldik uçarcasına.

Lady Charlotte bizi burada bekliyordu, Murat Muhallebicinde beklerim dediği için aptal kafamla kızı aramadan Kübra'yı yürüttüm muhallebiciye. Meğersem Lady Charlotte metro girişindeki Simit Sarayı'nda oturmuş, Murat Muhallebicisi'ne kadar yürümesin diye ahahah, hadi geri döndük, Simit Sarayı'nda buluştuk, Charlotte'ın oturduğu masanın yanındaki masada yaşlı bir beyamca simit yiyordu, amca masasını bize doğru iteledi:)) Boş sandalyesini verdi, fakat sonra Deniz gelince, üstüne Arzu bize katılınca kalkıp başka masaya oturdu sağolsun. Bu arada Minik Sino'nun da gelişiyle ekip tamamlandı, biz de metroya attık kendimizi.

Metrodan Sanayi durağında inerek Seyrantepe istasyonuna aktardık, yani merdiven inip çıkıp dönendik metronun içinde. Bu esnada Seval'in ekipte olmaması çok değişikti tabii, kınasına gittiğimize göre elbet yanımızda olmayacaktı ama biri eksikti işte ekipten.

en tuhaf tren kazasına maruz kalmadan çektik neyse şu fötöyü:))

Yol boyu ne kadar gülüp söyledik, neye güldük anımsamıyorum bile dostlar. Hepsi çoktan renkli bir geçmişin parçası olup uzaya karıştı:)) Polis lojmanlarında metrodan indiğimide ise sesimiz kesildi soğuktan amannn, nasıl esiyordu oralar öyle?? Vakit kaybetmeden kınanın yapıldığı salona koştuk.

Kırmızı dekolteli tuvaletiyle hem güzellik hem ebat açısından Hürrem Sultan'a dönmüş olan Seval gelin bizi karşıladı, biz önce nazlı nazlı arka sıralarda koltuklara dizildik ahahaha, kaynanalar gibi:)) Sonra artık dayanamadık, hem biricik arkadaşımızın kınası, kalktık piste, oynadık da oynadık, göbecikleri attık, kıvırdık, kurtlarımızı döktük. Özellikle Salla isimli parçada Lady Charlotte'ın muhteşem performansı gecenin efsanesi oldu:)))

Lady Charlotte ve Miss Judy ile sezon modası:))

Arzuşka, Judy ve Kübra:)))

Heyyoooo

Bu fasulya 7,5 lira, salla salla gül memeler çağlasın, elmanın dirisine ben vuruldum birisine, o yana da bu yana da salla, dona düşer son damla, şakşuka şakşuka şaka da şukaaaa gibi şahane şarkılarla bol bol tepindik, bütün elektriğimizi boşalttık, içimizdeki küçük Asena canavarlarını ortaya çıkarttık. Misal ben hiç oynayamam Seval de "çok Avrupai oynuyorsun" diye dalga geçti ama olsun elimizden geldiğince kıvırıp çok eğlendik.

Artık kına yakma zamanı gelmiş idi, Seval'i arkaya aldılar, kaftan giydirdiler. Sonra damat beyle gelin hanım mum taşıyan genç kızların eşliğinde, yüksek yüksek tepeler türküsü çalarken içeri girdiler. Kınalar yakıldı, ağlayan olmadı, gelin hanımın ağzı kulaklarında idi valla:)))

Kına hatırası

Kına faslından sonra kuruyemişler ve meyve suları dağıtıldı, bunları Seval gelin elleriyle dantel poşetlere doldurmuş idi, biz de bir güzel kuruyemişlerimizi yedik, meyve sularımızı içtik. Sonra da Pazar günü düğünde görüşmek üzere Seval'i öperek yola düzüldük.

Aman yine o metroda in in in, dön dön dön, çık çık çık, midemiz bulandı, başımız döndü, ayaklarımıza karasular indi dostlar.

Kızçeler

Yine de gülmeye devam ettik, bize dair en sevdiğim özellik de bu zaten:))

Gece evde yatağa nasıl attım kendimi bilmiyorum, o kadar yorulmuşum ki anlatamam. Cumartesi günü de taa üniversiteden arkadaşım Demet'in Dedeman Oteli'ndeki düğününe gidecektim. Pazar günü ise Seval'in düğünü olacaktı. Bu maceraları da gelecek yazılarda anlatacağım dostlar. Şimdi Seval'in düğünü için hazırlanayım:))

Darısı isteyenlerin başına,

xo xo.


Bu yurdun kızları hepsi de yavuz... Biz çalar oynarız... CUMHURİYETİMİZ KUTLU OLSUN ATAM

Çok güzel bir türkü...Ağlatır beni her dinleyişte

Manastır'ın ortasında var bir havuz, canım havuz
Bu yurdun kızları hepsi de yavuz, biz çalar oynarız

Manastır'ın ortasında var bir çeşme, canım çeşme
Bu yurdun kızları hepsi de seçme, biz çalar oynarız

Manastır'ın ortasında var bir pınar, canım pınar
Bu yurdun kızları hepsi de çınar, biz çalar oynarız










Cumhuriyetimiz kutlu olsun ATAM

29 Ekim 2011 Cumartesi

Cumhuriyet Bayramımızı KUTLUYORUZ

Yıllardır toplanan deprem vergileri ile bize duble döşeyen Tayyeap'in  (yol döşemiş canım) Van depremini bahane ederek CUMHURİYET BAYRAMI  kutlamalarını iptal etmesi bu millete edilmiş bir hakarettir. Ülkemizin bağımsızlığı için savaşmış Gazi Mustafa Kemal Paşa ve tüm silah arkadaşlarının, Kurtuluş Savaşı'ndan kanını canını vermiş gazilerimizin ve şehitlerimizin anısına saygısızlıktır.  Deprem olmasaydı, teröre kurban verdiğimiz ve vermekte olduğumuz onlarca gencecik şehitlerimizin anısına da bu kutlamaları iptal edecek miydi acaba Tayyeap?

Atatürk'ün ölüm döşeğinde yatarken iptal etmediği CUMHURİYET BAYRAMI kutlamalarının şimdi iptal edilmesini aklım sırrım almıyor dostlar. Anıtkabir'e gitmekten imtina etmek için iptal ettiler herhalde kutlamaları, bakalım 10  Kasım'da ne bahane bulacaklar???

Ben CUMHURİYET BAYRAMIMIZI bütün varlığımla kutluyorum! Yaşasın Gazi Mustafa Kemal Paşa ve silah arkadaşları , Yaşasın Cumhuriyet!





27 Ekim 2011 Perşembe

Ve Real Fiesta Seyyahları yine yollara düşüyor...

Bu acılı, karanlık günlerimizde bir güzel haber bizden.

Bayamda Real Fiesta Seyyahları olarak nihayet, yeniden yollara düşüyoruz.

Susan Miller demişti de inanmamıştım, 26 Ekim en mutlu gününüz olacak, seyyahat haberi alacaksınız demişti. Kendi seyyahat haberimizi alacakmışız meğer.

Real Fiesta Seyyahları Lady Charlotte ve Judy Abbott bayramda buralarda yoklar, şurada olacaklar:


Aman dobrovski olmayalım da! :))


Sonra benden bir süre haber alamazsanız merak etmeyin. Şu aylarca para biriktirip hayal kurarak aldığım HP pavilion dv6 notebook'um bozuldu. SMART Hard Disk error veriyor. Kargo gelip alacak, tamire gidecek, geçmiş olsun. Üzülmedim bile, tek derdimiz bu olsa idi keşke.


Van'a yardımcı olmak için gerekli olan tüm güncel bilgileri şu siteden takip edebilirsiniz:

ADRES VAN

23 Ekim 2011 Pazar

Bienal deneyimi

Cumartesi günü Lady Charlotte ile Tophane'deki antrepolarda sergilenen İstanbul Bienali'ni görmeye gittik dostlar. Önce merak edip sözlüğe baktım, bienal iki senede bir düzenlenen sanatsal etkinlik demekmiş. Uluslararası İstanbul Bienali de 1987 senesinden beri iki senede bir tekrarlanan bir çağdaş plastik sanatlar etkinliği.

Sanatın çağdaşından pek hazetmiyorum sanırım... Anlamıyorum da.... İlk salonda karakalem minik resimler vardı, bir de küçük sayfalara el yazısı ile birkaç cümle çiziktirmiş sanatçı. İşte misal "kaynakların gereksiz kullanımı" gibi birşey yazmış, bunları duvara dizmiş. Sonraki salonda baskılar vardı, hani Andy Warhol'un Marily Monroe'su vardır ya, ona benzer, ama Afrikalı kadınları yapmış. Sonra afiş, poster çalışmaları gördük, Emiliano Zapata hakkında yazılar vardı. Bir odada vurularak öldürülmüş insanların fotoğrafları dizilmişti. Berikinde gençler içip içip dağıtmışlar, çıplak popo, pipi ve de kukularının fotoğraflarını çektirmişler, sanatçı bu fotoları dizmiş rafa... Bir çalışmada kocaman tenis masasına dizilmiş kurşun askerler vardı. Başında güvenlik görevlisi bekliyordu masanın. Aldığımız gizli duyumlara göre, Bienal henüz halka (bizlere) açılmadan evvel yapılan bir gösterimde o kerli ferli poroflardan biri bir kurşun askeri yürütmüş ahaha kim acaba?


Bir sanatçı,  80'li yıllarda çekilmiş aile fotoğraflarını güzelce çerçevelemiş, onları yerleştirmişti duvarlara. Çerçeveler güzeldi ama eskitmeli...  Acep Lady Charlotte ile seyyahat fotolarımızı çerçeveleyip dizsek sanat olur mu, merak ettim? Bomboş bir odada bir tane boncuk sarkıtmış biri, beriki de bildiğin demir 1 TL ile 2 Eur madeni paraları çerçevelemiş, odanın ortasına koymuş, millet bunları inceliyor. Allah belanı versin dedik bu arkadaşa:))) Biri duvara siyah bi plastik parça takmış, altından da hani soba tütmüş gibi katran akıtmış. Biri bir tabak meyve koymuş, çürük muz, elma filan. herhalde buradaki çürüme bireyin içindeki çürümeyi anlatıyordu??? İşte beyaz fanilesini yırtıp tahtaya germiş, onu koymuş, dokuma duvar halıları yapmışlar onları dizmişler...



Bir odada böyle çivilerin arasına örgü ipleri gerip renkli bir düzenleme yapmışlar, hani o hoştu biraz.Kağıtlı, defterli çalışmalar vardı, bi kitabın sayfasını yırtıp koymuş, eliyle aynı kelimeye bin kere yazmış, Londra metrosundaki yırtık afişlere öykünmüş... Böyle işler vardı bienalde.



Yine de epey gezmişiz, artık son kısımları koşarcasına geçmemize, bir bölümün kapalı olmasına (çok şükür) rağmen antrepodan kaçmayı başardığımızda akşam olmuştu. Aç aç modern sanatın saldırısına uğramış, ayaklarımıza kara sular inmiş vaziyette Taksim'e gittik. Midpoint'e kendimizi attık, menü filan istemeden hemen fajita siparişimizi verdik ve yemek yiyip karnımız doyurunca kendimize geldik dostlar.



İyice dinlendikten sonra çıkıp Terkos pasajına gittik ve de 5 liraya tişörtler aldık tezgahtan. Biraz yürüdük, birkaç tükkan gezdik, sonra da evlere dağıldık. Bugün ne kadar çabuk geçmişti? İnanılmaz yorgundum, çağdaş sanat beni ezip tüketmişti adeta. Eve gidince annem şaşırdı, çok yorgun bir halim varmış.

Yok canım?

Bienal'e giriş ücreti tam 20 TL. Tek sefer bilet alıp birçok gün gidip gezmek isterseniz 50 TL'ye sınırsız bilet alabilirsiniz. Rehberli turlara da katılabilirsiniz. Öğrenci bileti ne kadardı unuttum, 12 TL filandı sanırsam.

Önümüzdeki hafta gideceğim 2 düğün ve 1 kına gecesi var.

xo xo

16 Ekim 2011 Pazar

Versiyonu Yükseltilmiş Üç Silahşörler !!!

Nihayet aylar süren bekleyiş sona erdi ve bugün yağmura, sele, sağanağa aldırmayıp yeni 3 Silahşörler filmini izlemeye gittim sevgili seyirciler.

Filmimizden pek beklentim yoktu, fragmanda gördüğüm uçan gemiler, suikastçi Milady, azıcık üşütük Buckingham Dükü ve haydut silahşörler bana hikayenin bambaşka hale getirildiğini düşündürmüştü. Çarpıcı giriş sahnesi de bu fikrimi destekler nitelikte idi. Haydut silahşörlerimiz Venedik'te esrarlı bir gizli kasaya girip Da Vinci'nin uçan makinesinin planlarını çaldılar, üstelik Milady de bu çetenin bir parçası idi. Fakat planlar çalınınca Milady çeteye ihanet ederek planları Buckingham'a verdi. Aslında bu şekilde orijinal hikayedeki Milady ve Athos arasındaki mevzuyu değiştirerek de olsa filme uyarlamış olmuşlar.

Sol baştan Porthos, Athos, d'Artagnan, Aramis

Bu açılıştan sonra 1 yıl ileri atladık ve gayet hoş bir şekilde orijinal hikayeye bağlandık. Hatırlayalım, Sene 1625, Fransa tahtinda genç 13. Louis oturuyor. Louis İspanyol prenses Anne ile evlidir, Avusturyalı Habsburg sülalesinden geldiği için genç kraliçe tarihe Avusturyalı Anne olarak geçmiştir. Kralın başbakanı muhteşem Kardinal Dük dö Richelieu'dür. Richelieu Fransa'daki din savaşlarında gemilerinden destek alabilmek için, İngiltere kralına yakınlığıyla bilinen Buckingham Dükü George Viliers ile gizlice görüşmektedir. Buckingham Dükü, Kraliçe Anne'e aşık olmuştur ve gizlice kadınla buluştuğu esnada kraliçe Dük'e kralın hediye ettiği elmaslarını verir. Casusları sayesinde olaydan haberdar olan Kardinal, Kral'ı bir balo vermeye ikna eder. Kral karısından elmaslarını takmasını isteyecek, böylece elmasları Buckingham'a verdiği için kraliçe mahvolacaktır. Genç silahşör d'Artagnan'ın sevgilisi ve de Kraliçenin çamaşırcısı güzel Constance silahşörlerden yardım ister ve kahramanlarımız Londra'ya elmasları almaya giderler. Fakat Kardinal'in ajanı Kont Rochefort ile olağandışı güzelliği ile herkesi büyüleyen hain Milady silahşörlerimize engel olmak için ellerinden geleni yapacaklardır.

Alexandre Dumas'nın müthiş hikayesinin güzelliği, gerçek kişiliklerle kurgu karakterleri, Fransa  tarihinin ilginç olaylarında buluşturması, saray entrikaları ve savaş sahneleri ile karıştırıp oldukça akıcı olarak anlatmasından kaynaklanıyor bence. Bakınız bu tipler geçmişte nasıl resmedilmiş:

Kardinal Dük Dö Richelieu
Fransa Kraliçesi Anne d'Autriche 
Buckingham Dükü George Villiers 


Pöf, beni bıraksanız sabaha kadar Üç Silahşör anlatırım size, o yüzden biz filmimize dönelim. Aksiyon dolu açılıştan sonra filmimiz orijinal hikayeye döndü, burnunun dikine giden heyecanlı gencimiz D'Artagnan,  babasının öğütlerini, emektar beygirini ve de kılıcını alarak silahşör olma umuduyla Paris'e geldi. Yolda Rochefort ve Milady ile başını belaya soktuktan sonra daha şehre adım atmaz bu sefer Üç Silahşörler Athos, Porthos ve Aramis'e bulaştı. Tam düello edecekleri esnada Kardinal'in adamları etraflarını sarınca 4 kahramanımız Kral'a bağlı olduklarından dolayı adamlarla vuruşmaya başladılar. Aman Allah işte kılıç şakırtıları, çılgın dövüş koreografileri, uçan, yuvarlanan, delice saldıran silahşörler ve 3 boyutun baş döndürücü etkisiyle ağzım kulaklarımda izledim bu sahneleri, bayıldım dostlar bayıldım!

d'Artagnan (Logan Lerman)
Porthos (Ray Stevenson)
Kavgadan başarıyla ayrılan adamlarımız d'Artagnan'ı evlerine aldılar. Kitapta da yer alan uşak Planchet ile bu sahnelerde tanıştık. Tabii bu hezimetten rahatsız olan Kardinal genç kraldan silahşörleri cezalandırmasını istedi ama Kral adamları ödüllendirdi onun yerine:))

Deri pantolonlu silahşörler mmmm:)))
Kardinal'ın uğraşacak başka işleri vardı tabii. İngiliz kralı 1. James'in elçisi, kendini beğenmiş Buckingham Dükü kralı ziyaret edecekti. Buckingham saraya uçan gemisiyle gelince ortalık karıştı.

Buckingham Dükü (Orlando Bloom)

Kardinal'in amacı kraldan kurtulup Fransa'yı savaşa sokmak idi. Bu yüzden çift taraflı çalışan ajanı hain güzel Milady'den yardım istedi. Milady dehşetli bir dövüş ve havada uçma sahnesi ile kralın Anne'e verdiği elmas kolyeyi çalıverdi. Hani adeta lazerli odadan elmas çalan kedi kadın filan gibiydi, izleyince ne demek istediğimi göreceksiniz.

Kardinal ve Milady (Christop Waltz ve Milla Jovovich)

Milady harekete geçiyor

Silahşörlerimiz hikayeye uygun olarak elmasları geri almak üzere Londra'ya gittiler. Geri dönüşte ise Buckingham'ın uçan gemisini çaldılar, evet dostlar evet. Filmin son bölümünde havada uçan gemiler arasında bir savaş izledik, adeta bir Karayip Korsanları göklerde tadında geçti bu sahneler. Sonunda uçan gemi Notre Dame kilisesinin üzerine indi! Yuh! Filmin finalinde ise, devam filminin geleceği belli oldu! 

İşte bu yüzden filmi upgrade edilmiş, versiyonu yükseltilmiş Üç Silahşörler olarak görüyorum. Uçan gemilere takılmazsanız bence çok eğlenceli, görselliği ile izlemesi oldukça zevkli ve üç boyut kullanımı başarılı bir film olmuş. Ben sinemada izlediğim için çok sevinçliyim, çok sevdim, çok eğlendim, resmen yüzüm güldü o kılıç şakırtılı sofistike dövüş sahnelerinde, üç boyutlu Paris manzaralarında ve de muazzam saray dekorlarında.

Biraz da tipleri çekiştirelim. En sevdiğim karizma silahşör Athos'u Matthew Macfadyen oynamış. Bu adamın hep böyle davudi bir sesi mi vardı bilemiyorum. Kendisini Bay Darcy olarak sevmemiştim ama Athos olarak sevdim. Yine de favori Athos'um Kiefer'dır, Kiefer kalacaktır:))

En sevdiğim silahşör, Athos (Matthew Macfadyen)

Senin yerin ayrı bebeğim:)

Zarif, kibar ve de dindar silahşörümüz Aramis'i Luke Evans oynamış. Çok karakteristik bir özelliğini göremedim ben kendisinin. 

Rahip silahşörümüz Aramis (Luke Evans)

İri yarı gösterişi seven Porthos'u beğendim, olmuş. Kardinal Dük dö Richelieu'ye ise resmen hayran oldum, şahane oynamış Christop Waltz. Tipi de aynı kardinal, karizma yerinde maşallah!

Monsenyör kardinal Dük Dö Rişliyö

Fakat filmde en beğendiğim, o deri pantolon içindeki poposuna hayran olduğum Kont Rochefort oldu dostlar. Aman bu ne karizma, sen kimsin, o pantolon ne, ben neredeyim dedim, peh peh peeeh

Kont Rochefort

Ayy yaşlıymış bu aslında, orijinal hali de bu, aktör Mads Mikkelsen


Ayayayay Rochefort seni gidi hınzır,  az kalsın kötü adam kazansın isteyecektim senin yüzünden beee:)))

Kraliçe Anne sevimli bir tip olmuş, kitapta Buckingham'a aşık iken filmde aşk hikayesi atılmış, genç kral ve kraliçe birbirine açılamayan şirin aşıklar haline getirilmişler. Olsun, beğendim.

Kraliçe Anne (Juno Temple)

Kral 13.Louis'yi komedi tipine, efendim şebek şebek sarayda koşturan bir ergoşa çevirmişler. Ama yine de sempatik idi, onu da sevdim.

13. Louis (Freddie Fox)


Filmin kötü adamı Buckingham Dükü'nü Orlando Bloom oynamış. Çok iyi de olmuş. Hoş, kitapta Buckingham iyi adamdır, silahşörler onu severler, kurtarmaya çalışırlar falan filan. Filmde ise silahşörlerin can düşmanı olmuş Buckingham. Dük tarihte güzelliği, yakışıklılığı ve Kral 1. James'in biricik aşkı olması ile meşhurmuş. Orlando Bloom gayet eğlenceli bir seçim olmuş, beğendim.

Şeytani Milady de Winter rolünde ise Milla Jovovich oynuyor. Güzelliği gerçekten şahane ama filmdeki tiplemeyi Milady olmak için biraz fazla iyicil ve açıkça kikirdek buldum. Milady öyle her anın tadını çıkartmaya bakan, eğlenceli bir kadın değildi. Daha karanlık bir karakter olmalıydı diye düşünüyorum.

Genç d'Artagnan'ı ise Logan Lerman canlandırmış. Bana biraz fazla genç geldi, canım gençti, tecrübesizdi ama ergoş da değildi d'Artagnan herhalde değil mi? Olsun napalım. Güzelce oynamış bence.



Eh, bu fotoğraf size nasıl bir filmle karşı karşıya olduğumuzu iyice anlatmıştır dostlar:)) Aksiyonu bol, kılıç şakırtısı bol, efendime söyliyeyim kavga dövüş, alev makinaları, patlama çatlama, uçan gemiler, şahane Paris manzaraları, göklerde savaşan silahşörler, ama yine de eninde sonunda klasik hikayeye bağlı kalan yepyeni, modern bir uyarlama Üç Silahşörler. Diyalogları biraz Amerikanvari olsa da ben bu filmi çok sevdim. Görselliğini, oyuncularını, mekanlarını beğendim. Eğlenceli, çekici bir film Üç Silahşörler. Umarım hikayenin devamını da izleme şansımız olur.

Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için!

The Three Musketeers - Üç Silahşörler
Yönetmen : Paul W.S. Anderson
Yazarlar : Alex Litvak ve Andrew Davies (BBC'deki bayıldığımız klasik adaptasyonların yazarı)
110 dakika

13 Ekim 2011 Perşembe

13 Ekim Laneti

Bilmem daha önce bahsetmiş miydim? Ben her ayın 1'inde hiç üşenmem, açıp astrologyzone.com sitesinden Susan Miller aplanın aylık burç yorumlarını okurum. Hem de yıllardır okurum, bi cacık çıkmaz tabii ama elimde değil her ayın 1'i merakla siteyi açar, güncellenmiş mi diye kontrol eder, çılgınca F5'e basarak sayfayı tazeleyip taze fallara ulaşmaya çalışırım.

Bu ayın 1'inde Ekim fallamasını okuyunca beni bir düşüncedir almıştı. Karı yememiş, içmemiş balık burcuna felaket senaryoları yazmış. 6 Ekim'de dikkatli ol, çok fena bir gün. Onu atlattın mı, sıçtın, 13 Ekim daha da beter bir gün! Anam neymiş bu 13 Ekim, artık kafama meteor mu düşecek, bütün hafta sulu ishal geçirip kuruyarak mumyaya mı döneceğim, cinler çarpacak da ağzım yüzüm mü kasılacak ne olacak bilemedim. Çok da kızdım tabii, böyle kötü kötü şeyler yazılır mı, ya sonra kafama takarsam, negatife odaklanırsam?? İnsan düşüne düşüne oldurur, başına getirir valla. Ben de bu fena falları hiç düşünmemeye çalıştım, bir yandan da merak ediyorum acaba ne olacak diyorum... sonra yok yok bunları kafana takma, pozitife odaklan yavru Jedi diye düşünüyorum...


Derken 13 Ekim günü geldi çattı. Ne olacaksa olsun diyerek evden çıktım:))) Önce otobüste şişko bi amcanın yanına oturdum. Ama az şişkoydu, rahatsız etmedi. Sonra sabahın köründe ofiste kahvemi içip kendime gelmeye çalışırken muhasebeden H. yanıma gelip parmaklarımın çöp gibi olduğunu söyledi, kötü birşey olarak söylüyormuş bunu. Teallaaammm... Sonra da çok işim vardı, tapi tapi çalıştım, yoruldum. Öğlen yemekte nohut çıktı.. ama güzel pişmişti,... başka?? Eh birşey olmadı çok şükür, gece uyuyana kadar uzaylılar bizim evi istila etmez, odamı kuduruk ergenler basmaz ve yeni sürdüğüm müthiş Pastel 123 numara oje kururken bozulmazsa inşallah bugünü salimen bitirmiş olacağız.



Falın devamında ise, ayın 26'sında ennn mutlu günü yaşayacağımı söylemiş Susan Apla. Kızım kızım, belli mi olur, belki ayağıma uygun hem de rahat bir topuklu ayakkabı bulurum. Sormayın şişmiş vaziyetteyim. 30 Ekim'de kızçeler grubumuzun prensesi Seval'i evlendiriyoruz! Zara'dan saks mavisi bir elbise de almış bulunuyorum. Ama ayakkabı işini halledemedim bir türlü. Zaten topuk giyemem, son senelerde hiç de giymeyince iyice yeteneğimi kaybettim. Yok yok, öyle yüksek şeyler denemiyorum, kısa topuklu ayakkabılar deniyorum ama 38 sıkıyor, 39 büyük oluyor filan bulamadım bir ayakkabı! Üstüne bir de üniversiteden eski bir arkadaşım aradı, 3 aydır tanıdığı sevgilisiyle 29 Ekim'de evlenmeye karar vermiş! Hoppaaaa! Oraya da kıyafet lazım, öyle bir de ayakkabı almalıyım ki, dolapta duran saks mavi kıyafete ve inşallah birkaç gün içinde bulup alacağım meçhul kıyafete uygun olmalı. Ühühüh! Ekim bunalımı bu muydu yoksa?

Ya işte böyle dostlar, haftasonu mutlaka gidip bir çift ayakkabı almalıyım. Çok ümitsiz durumdayım.

xo xo

5 Ekim 2011 Çarşamba

Çırçır veya Bir Genç Kızın Yedek Donu

Pek şiddetli geçen çırçır maceramın sonunda hastaneye düştüm, serumu yedim, ilaç içerek kendime geldim dostlar.

Pazartesi iyiceydim, işe gitmiştim hatırlarsanız. Ama pek keyfim, iştahım yoktu hala. Salı sabahı artık çırçırın geçtiğini zannederek bir uyandım ki ne gezer? Karnım taş, bir önceki akşam salt lapa yediğim halde o karın şişmiş şişmiş, yusyuvarlak olmuş. İçeriden de gııırçççç goorrçççç gacııırttt diye tuhaf tuhaf sesler geliyor!!! Kendimi tuvalete zor attım, ühühüh, aman yaleppim, sulu zırtlak çırçır olmuştum:(((

kedi benim kedi değil:))

Ayy o sabah nasıl kabus gibiydi anlatamam, 40 dakika evden çıkamadım. Kızarmış ekmek yiyeyim dedim, ağzımdan geçmedi. Habire tuvalete koşuyorum foşşş diye çırçırlıyorum, karnımın şişi inmek bilmiyor. Beri yandan işe gitmek zorundayım, Fransa'dan adam geldi, fabrikaya Bilecik'e gideceğiz. Ağlaya ağlaya şirkete geldim resmen, bu halde çalışmak zorunda olmak nasıl koydu bana anlatamam. Ben de ne yaptım? Çantama 2 tane yedek don koyup kalkıp işe geldim, evet yaptım bunu! Hani biri gidiş biri dönüş için, ama pantolonu ne edeceğim mesela onu hiç düşünmemişim, donu değiştirince iş bitecek sanmışım sanki:)))

İşyerinde kendime gelmeye çalışarak tam biraz leblebi yiyordum, müşteri çıkageldi. Kat kat giyinmiş titreyen zayıf vücüdüm ve de  pelte gibi suratımla indim adamın yanına. Uzun yıllardır tanışırız, o yüzden hasta olduğumu söyledim açık açık. Neyin var diye sordu, "diarrhea" dedim bilemedi (Adam Fransız, İngilizce anlaşıyoruz) ben de ne diyeyim, adlı adınca " I AM SHITTING WATER!!!" deyiverdim suratına ahahaha:)))) Aaa, "kahve iç iyi gelir" demesin mi? haydi birer espresso içtik, çırçır da durmuş, karnımın şişi de inmişti, el mahkum çıktık yola.

Bilecik dışındaki fabrikaya arabayla 3,5 saatte ulaştık. Ben önde oturdum hasta olduğum için. Manzara da çok güzeldi, özellikle Adapazarı'ndan sonra her taraf yemyeşil tepelerle kaplıydı. Tepeleri de delip hızlı tren yolu açıyorlarmış bu arada. Manzara izleye izleye gittim, yolda biraz leblebi yedim. Fakat ne vakit çantamı açsam pembiş pembiş donlar parlıyor, aman ya biri görmedi neyse. Şu donlarımı fora etmeden çırçırdan kurtulsam diye dua ettim:))

Neyse bir kaza bela olmadan, yani altıma sıçmadan Bilecik'e geldik, çok şükür. Fabrikayı gezdirdim adama, o da 1 saat sürdü. Herif oradan beğendiği birşeyi bana verdi numune yapayım diye; çantama atayım dedim, yine donlarla yüzyüze geldim!!! Ulan unutuyorum her seferinde çantayı açıyorum cart diye, oradan pembeler parlıyor, hay ben bu çırçır yüzünden rezil oldum dostlar!

Fabrikadan dönüşte taa akşam 4'te öğle yemeğine oturduk o taraflarda bir ızgaracıda. Aman ben kaç gündür lapa, patates yiyorum ya, köftelere yumuldum, ekmek de kızarttırdım ohhh. Ama köfte hakikaten şahaneydi, sulu sulu. 4 tane filan yedim, 2 dilim de kızarmış ekmek yanında, artık hasta olmam diye ümitle dönüş yoluna çıktık.

Dönüşte tabii şahane İstanbul tarfiğinde berbat bağırsaklarımla resmen bayıldım arabada, koltukta kaykıldım, o trafik, o köprü, o dur-kalklar ömrümden ömür yedi resmen akşam akşam. Hele köprü girişinde yandaki arabadan gelen şarkı sözü "Bu ne bitmez çileymiş neden hala dolmadı" beni neredeyse ağlatacaktı, neden bitmemişti çilem neden?

Yapacak birşey yok, kanatlanıp uçamadığımıza göre trafik eziyetinden inleye inleye  şirkete döndük dostlar. Sonra adamı oteline bıraktık, ben de evime attım kendimi. Çok şükür sabahtan beri çırçır olmamış, altıma sıçmamış, yedek don kullanmamıştım. Artık iyileştim herhalde diye düşünerek pirinç lapamı yedim, İstanbul'un Altınları'na baktım biraz, sonra da yatıp uyudum erkenden.

Ve fakat, ama lakin, gelgelelim.... Bu sabah erken saatlerde midemdeki Alien canavarının sesleriyle uyandım. Yemin ederim abartmıyorum, gacırrrr, gucuuurrr, cooorttttt diye sesler geliyordu içerden! Ve sabah ezanını okumak üzere minareye çıkan hoca efendi, beni şu şekilde buldu:


bu da benim kedi değil:)))
Artık işe mişe gitmedim tabii, amannnn, sekiz buçuğu zor ettim, kendimi doktora zor attım. Doktoru beklerken bile çırçırım geldi amma tuvaletin çömelmeli olduğunu görünce üstüme başıma sıçmamak adına içimde tutmaya karar verdim. Nihayet Doktor beni görünce hemen yatırıp serumu dayadı, 3.5 saat serum yedim dostlar. Meğersem hastalıktan harap bitap düşmüşüm. Vücüdümde su kalmamış, bayat maydonozlar gibi kurumuşum yahu. 

Doktor ishal ilacı ile antibakteryel bilmemne ilacı da yazmıştı, serum bitince onları alıp eve geldim. Patates yedim, çorba içtim, ilaçları yuttum. O saatten beri de yatıyorum işte. Aslında yarın da raporluyum, 2 gün istirahat verdi amma işe gitmek zorundayım, hay ben kaderin böylesine! Neyse geç giderim bari ne yapayım. Sabahın köründe kalkıp gitmem.






Yaa işte böyle dostlar. Artık bu korkunç hastalığın bittiğini ümit eder, hepinize çırçırsız, sağlık dolu günler dilerim. 

Çantanızdan yedek don eksik olmasın.

xo xo
 

3 Ekim 2011 Pazartesi

Aşşağıdan yukkarıdan...

Artık o bayıla bayıla yediğim suşiler mi midemi tırmaladı, gözlerinin altı çökmüş yamuk burunlu dehşet güzelliğime nazar mı değdi, midemi mi üşüttüm bilemem, ama ben çok hasta oldum dostlar.

Cumartesi sabahı gayet iyiydim, yumurtalı kahvaltımı yaptım, kitabımı okudum. Öğlen Lady Charlotte'ın hediyesi şahane kedi baskılı eteğimi giyip alışverişe çıkmaya karar verdim. Etek o kadar yakıştı ki, altına da geçen sene Camper'dan aldığım topuklu ayakkabıları giyeyim dedim, aman kendimi pek beğenerek sokağa çıktım.

Camper Mamba

Şimdi bu ayakkabı sizin için topuklu bile sayılmayabilir ama benim için büyük bir devrim niteliğinde. Allah için herhalde giyilebilecek en rahat topuklu ayakkabı da budur ama ne kadar rahat olursa olsun, bunlarla Arnavutköy'ün o bıdı bıdı arnavut kaldırımı yokuşlarından inmeyi ben beceremedim, elim ayağıma dolandı, düşüp de donları fora edeceğim diye ödüm koptu dostlar. Sırtımdan panik terleri aka aka japon geyşalar gibi parmak ucumda pıtı pıtı yürüyüp otobüse binmeyi başardım.

Alışveriş faslı da fena geçmedi, bir tane elbise aldım Seval'in nikahında giymek için, saks mavi ve de kısa eheh:) Sonra Flormar'ın mavi yeşil yeni ojelerinden aldım, nihayet gerçek ince topuklu ayakkabı da denedim elbisenin altına ama o olmadı. N'apalım ben de şimdilik bu kadar deyip eve döndüm. Ama yolda biraz fenalık gelmeye başladı.

Eve geldiğimde koltuğa serilip kaldım, sandım ki açlıktan. Koca bir tabak salatayı ton balığı ile yedim, yok hala iyi değilim. Gece de bir kase dondurma yedim ohhh, işte o sanırım büyük hata idi. Ondan sonra midem kasıldı, sanki oraya bir taş oturdu dostlar. Dayanamadım yatağa attım kendimi, ağrıyla döne kıvrana sabahı sabah ettim. Ezan okumak için minareye tırmanan hoca efendi beni şu vaziyette buldu:



Ayy artık salata, ton mon ne varsa gitti. Ama o mideme oturan taş gitmedi, yattım birkaç saat uyumuşım, sabah kalktım, suratım pelte gibi çökmüş, kireç gibi beyaz. Annem çok meraklandı yazık, ekmek kızarttık ama ağzımdan içeri sokamıyorum, gitmiyor meret. Battaniyeye sarılıp koltuğa serildim, zaten ayakta duracak halim yok, bacaklarım ağrıyor... Uyudum uyandım, uyudum uyandım... aygın baygın yatarak öğleni öğlen ettim. Biraz haşlanmış patates yaptı zavallı anneciğim, onu yemeye çalıştım, ıı-ııhh gitmiyorrr, midemdeki o taş ağrıyor, ağrıyor, ağrıyorrr... Sonunda olan oldu:



Ben yine serildim battaniyeye serilip koltuğa. Uyuyorum, uyanıyorum, o taş oturmuş mideme mahvediyor beni. Artık kıvranmaya başladım, acile mi gitsek filan diyorum, akşam olmuş, hava kararmış, bütün gün yatıp iyileşememişim, moralim bozuk. Nihayet aklım başıma geldi, canım La Capitana'cığımı aradım, o herşeyi bilir, kocaman sıcacık kalbiyle her zaman sağlam bir kaya gibi yanımızda olur. İnleye inleye aradım, belirtileri sıraladım, "mideni üşütmüşsün miniğim" dedi, "miden kasılıp kalmış, çalışmıyor şu anda" dedi, "çok iğrenç biliyorum ama kekik kaynatıp içeceksin, sonra da nane limon içeceksin" dedi. Vallahi gel endoskopi yapacam dese alır bahçe hortumunu koşardım yanıma, küçükken dişlerimizi çektiği gibi endoskopimizi de kolonoskopimizi de yapar bilirim:)))

Artık boynum kıldan ince, anneciğimin kaynattığı bet kokulu nane limonu inleye inleye içtim. Aaaa içtim ama taş dolu mideme bana mısın demedi o nane limon, halbuki niagara şelalesine dönmesi lazımdı ortalığın. Yarım saat geçti, bir de kekik kaynadı, eh ben bu kekiği bir içtim, amaannnn, artık oradan sonra olanları sansürleyelim isterseniz.




İşte midemdeki taş ancak o zaman gitti dostlar, serildim koltuğa tekrar, bu sefer rahatlayarak 2 saat uyumuşum. Kalkınca biraz daha patates yiyip yerime yattım. O fenalıkla tabii pazar gecesi banyomu da yapamamıştım. Sabaha iyileşme ümidiyle serilip uyudum.



Gönül isterdi ki bugün işe gitmeyeyim, evde kendime geleyim. Ne yazık ki sabahın köründe kalkıp, yağcık yağcık saçlarım ve domuz suratımla tıpış tıpış işe geldim dostlar. Mideme iyi gelsin diye kızarmış ekmek kemirdim biraz. Mideme oturan fenalık gitmişti ama hala zımba gibi değildim. Hasta olmak ne kadar moral bozuyor değil mi? Allah dermanı olmayan dert vermesin kimselere, kekik içip iyileşiyoruz en azından? Neyse, öğlen de bir kase çorbayla 2 dilim ekmek yiyebildim. Akşam eve gelince de yağsız tuzsuz pirinç lapası ile içimi doldurdum. Birazdan yine serilir yatarım, yarın da Bilecik'e gidip geleceğim, ne güzel değil mi mehhh miyuvvv:(((

Bu işler de üstüste gelmese iyiydi mivvvv:(((

Sağlıklı günler hep sizinle olsun canlar:))

xo xo