33 yaşındayım. Hani neredeyse 20 senedir Bon Jovi şarkılarını dinliyorum. Ama bu adamlar neden efsane olmuşlar, ben dün gece anladım dostlar. Bu bir rüya, bir hayal, bir çılgınlıktı sanki. Şarkı listesiyle, Jon'un samimi ve onbinlerce insanı avcunun içine alan performansıyla, grubun bir an aksamayan hayvani performansıyla tarihe geçecek, efsanevi bir konserdi Bon Jovi'nin ikinci İstanbul konseri.
Zekish'le heyecanımız daha buluşup yola çıktığımız metro durağında başladı. Sürekli "heeeyyy" diye bağırıp zıplıyorduk. Kimse de dönüp bakmıyordu, konser kalabalığı şahaneydi doğrusu, üstelik çok karma bir seyirci topluluğu gördük dostlar, her cins, her boy, her renkten Türk vatandaşları Bon Jovi'yi dinlemeye gidiyordu, işte bu da Bon Jovi farkı olsa gerek.
Stada gitmek için Sanayi Mahallesi durağında trenden inip, sürüyü takip ederek metro sisteminde çapraşık bir tur attık, sonra başka bir trene aktarıp doğruca mekana ulaştık. Binişlerde ve inişlerde turnikelerde yığılma olsa da geçen sene Olimpiyat stadında çektiğimiz çilelerden sonra bu hiç birşeydi dostlar.
Stadın önü tükürük köftecileri, sucular, tişört satanlar ve tabii nereden uydurmuşlar bulmuşlarsa, kovboy şapkası satanlarla doluydu. Stada su, bira vs sokmak yassah idi, gençler de kapı önünde yerlere kamp kurmuş deli gibi içiyorlardı. Ah ah, ben içsem ayakta duramazdım maalesef, o yüzden kuru kuru girdik içeri.
Bu sefer girişte kuyruk ya da çok sıkı güvenlik yoktu, pıtır pıtır geçtik ön kapıdan. Tek fena şey şu diklemesine stad turnikesiydi, insanın böğrüne girecekmiş gibi pek korkunç bir dönerli kapı sistemi bu. Napalım, sabırla bütün turnikeleri geçip stada gireceğimiz K6 mıdır nedir o kapıyı bulduk, son kez kontrolden geçerek içeri adımımızı attık.
Sahne U2'nun 360 derece örümceğini görmüş bu gözlere pek sakin göründü, ama işte standart stad konseri sahnesiydi. Bu konserin gösteri değil müzik dolu olacağının belki ilk göstergesi idi sade sahne tasarımı.
Biz içeri girdiğimizde Redd çalmaya başlamıştı, gidebildiğimizce öne gitti sahne içinde. Yapacak bir şey yok, Diamond Ring denilen 550 TL'lik alana çok yer ayırmışlar, onun berisinde bir bariyer hattı, işte biz o bariyer hattına çok yakındık, sahnenin sol tarafına doğru bir noktada yerleştik. Her şey o kadar Doksanlı yıllardaki konserlere benziyordu ki, etkilenmemek elde değildi. Biraz çöküp oturduk, Redd hiç birini bilmediğim şarkılarını çaldı, ben bütün gün fabrikada koşmaktan zaten ağrıyan bacacıklarımı dinlendirdim:)
Redd gitti, etrafımız dolmaya başladı, hatta 3 tane genç irisi önümüze geçtiler, onlardan rica edip yer değiştirdik, yoksa valla ekranları bile görürdük. Sağolsunlar:) Etrafımız gençlerle çevriliydi zaten, yaşları Bon Jovi'ye tutmayan, yani ne bileyim adamların o şaşaalı günlerinde daha doğmamış olan yavrular doldurmuştu stadı, aferim onlara. Yanımda da 2 tane Aptüllika tip vardı ahaahah, dur onları sonra anlatacağım:)))
Saat 8:30'u geçti, 18 yıllık bekleyiş bitmiş ama son yarım saat bir türlü geçmek bilmemişti hayminako:) Nihayet, 9'a 20 kala civarında sahne ışıkları yandı ve:
Raise Your Hands ile Bon Jovi sahnede patladı
O stad kaç kişilik bilmiyorum, ama sahne içi dolup taşmıştı, tribünler dolmuştu, tüm stad eller havada gruba eşlik etmeye başladık. Jon siyah jeans, siyah tişört ve kıpkırmızı bir ceket giymişti. Daha ilk şarkıda bizimle konuşmaya başladı, tribünde oturanları ayağa kaldırdı ve onbinlerce insanın çılgınca gürültüsü dünyayı doldurdu, muhteşem coşkulu bir andı.
Ama asıl bomba hemen açılış şarkısından sonra
You Give Love A Bad Name'in girmesi oldu, herkes ama herkes şarkıya katıldı, ben artık neremden çığlık atacağımı şaşırdım. İlk şarkıda şoka girmiştim ama işte bu oydu, gerçekti, Jon'du, Bon Jovi sahnede en sevdiğim şarkılarını söylüyordu.
Sahnedeki ekranların yüksek çözünürlükteki görüntüleri kusursuzdu, adamların suratındaki her bir botoksu ve de ter tanesini görebiliyorduk:)) Fakat Jon'u , Richie'yi, Tico'yu ve adını 20 yıldır öğrenemediğim kıvırcık sarının o denli yaşlanmış olmaları beni şoka soktu:)) Jon artık o kocaman kabarık saçlı, deri taytlı delişmen genç adam değildi. Saçları iyice kısalmış, yüzünde çizgiler derinleşmiş, fakat o büyüleyici gülümsemesi hiç değişmemişti. Allahımmm, stadın kalabalıklığı ve daha ilk 2 şarkıdaki muazzam reaksiyonu Jon'u resmen etkiledi, yüzünden anlaşılabiliyordu bu sanki. O şahane gülümseme suratına yerleşti, gözleri boncuk gibi parlarken, kısacık saçları terden anında kafasına yapışmışken, gözlerimi ondan alamıyordum. Ses aynı ses, sureti biraz değişmiş olsa da, o kocaman, insanı kendine bağlayan gülümseme yerli yerindeydi, çok etkilendim dostlar.
Konser
Born To Be My Baby ve son albüm The Circle'dan
We Weren't Born To Follow ile devam etti. Bu şarkı sırasında arka ekranda dünya tarihine iz bırakmış, ilham verici adamların görüntüleri yansıdı. Ben iyi ki, The Circle'ı dinleyip, yeni şarkılara aşina olmuşum. Pek isabetli bir kararmış dostlar.
Stad içindeki sıcaklık dayanılmazdı, hiç esinti yoktu, habire ter boşaltıp duruyorduk. Sahnede bilmem kaç bin voltluk ışık altında tepinen Jon'un suratında terler akıyordu. O da "Burası mı sıcak, benim mi ateşim çıktı" dedi, "İstanbul'a neden geldim biliyor musunuz, bir Türk kızına çığlık attırmak içiinn" dedi, artık biz gırtlağımızı parçalarcasına bağırırken, o daşşşş gibin edeleli vücuduyla soyunup üzerine ay yıldızlı basket milli takım formasını giymesin mi, stad yıkıldı adeta, formanın arkasında 10 numara vardı ve BON JOVİ yazıyordu. Allahım, ben bu adamın sahnede böylesi bir büyücü olduğunu, hepimizi kadın-erkek bu kadar etkileyebileceğini hiç bilmiyordum.
Follow'dan sonra
Lost Highway'i söylediler. Ardından ekran karardı. Bir bomba geldiği belliydi ve nihayet
It's My Life'ın gaza getirişi açılışı ile masmavi ekran görüntüleri tüm stadı yerinden zıplattı, bağıra bağıra dünyaya ilan ettik "it's my life, it's now or never!". Adamlar bizi nasıl kudurtacaklarını çok iyi biliyorlardı.
Ve sanırım 18 yıl boyunca bekleme sebebim, o ilk konsere gitmediğime köpek gibi pişman olma sebebim, o inanılmaz an, hemen 7. şarkıda geliverdi, Jon gitarını aldı ve İstanbul'un tüm kovboyları ve kovgörl'leri olarak onunla beraber
Blaze Of Glory'i söyledik dostlar. Evet ben 18 senedir belki tek bu şarkı için beklemiştim, ve Jon Blaze'i söyledi sahnede. Teşekkürler Jon!
Blaze'den sonra yine, yine müthiş bir sürpriz, çalacaklarına hiç ihtimal vermediğim,
In These Arms geldi. Ben yine neremden söylediğimi şaşırdım canım şarkıyı:)) Hani yanımda 2 tane Aptüllika var demiştim ya, buncağızlar ilk şarkıda habire saçlarını sallayıp durdular. İçimden "oğlum, siz yanlış konsere gelmişsiniz" demek geçti ama çenemi tuttum:)) Sonra bu klasik şarkılarda sizinkiler pısssss, sus pus oldular, heeeyyy ne oldu gençler??? Ahahahah:))) Ben tek başıma zıplayarak söyledim In These Arms'ı:)
Bundan sonra benim bilmediğim 2 şarkı geldi,
We Got It Goin' On ve
Captain Crash & The Beauty Queen From Mars. Arada Jon habire ön sıralardakilere laf atıyor, gülümsüyor, Allahım hepimizi büyülüyordu. Sonra ekran karardı ve güzel kadın formları belirdi görüntülerde, ve o üniversite yıllarımızın EN GAZ girişi, barlarda çok en zıplatan şarkısı çalmaya başladı
BAD MEDICINE
Allahım bu gerçek miydi? Stad tepemize yıkılıyordu adeta, Jon çıldırmıştı, seyirciler çıldırmıştı, şarkının ortasında hiç durmayan danslarıyla
Pretty Woman'a giriş yaptı ve bir de o şarkıyla kudurduk. Sonra yine Medicine'e dönüş yaparak , tekrar tekrar nakaratı uzatarak bayılana kadar Bad medicine söyledik, evet kızın birinin dediği gibi, "Bad Medicine'i hayvan gibi söyledi"
Sonra Jon sahnenin ucuna geldi, bir ışık hüzmesi Jon'un üzerine düştü ve benim için gecenin sürprizlerinden diğeri,
Bed Of Roses başladı. Etrafımdaki gençler yine sus pus olmuşken ben zamanında kaseti sara sara yüz kez dinlediğim bu şarkıyı kalan gücümün tamamıyla bağıra çağıra söyledim dostlar. Jon'un o aşina, sanki eski bir tanıdık gibi sesinden bu hayatımızın en güzel yıllarından yadigar baladı dinlemek uunutulmaz bir deneyimdi.
Bed Of Roses bitince, Jon Richie'yi yanına çağırdı, yine gitar değiştirdiler, evet dostlar, konsere bir sürü farklı gitarla gelmişlerdi ve konser boyu farklı farklı gitarlarla çaldılar şarkıları. Richie ve Jon yanyana dizildiler sahnenin ucuna ve
Diamond Ring şarkısını çaldılar, ahhhh bunu da La Capitana'ya gönderdim, yanlış hatırlamıyorsam o çok severdi bu şarkıyı:) . Sonra yine beklenmedik bir güzellik geldi,
I'll Be There For You ile esskilere döndük, resmen Cross Road konseri gibi oldu, 18 sene önce de eminim bu şarkıları çalmışlardı:)
Jon stadı tekrar coşturmaya karar vermişti ve baladların ardından benim bilmediğim dönemlerinden
Who Says You Can't Go Home ama hemen ardından yine gençleri sus pus eden, beni coşturan
I'll Sleep When I'm Dead geldi. Sonra gelen şarkı ise gerçekten ama gerçekten benim için en büyük sürpriz olandı : Someday I'll Be Saturday Night. İşte bu şarkıda Zekish'in dediğine göre çok fena kopmuşum, artık ses çıkmayan gırtlağımı parçalayarak baştan sona söyledim şarkıyı. Etraftaki gençler yine sessizdiler bu esnada bilmem söylemeye gerek var mı:))
Sonraki şarkıda ekranda tanıdık bir sembol belirdi:
Tabii
Have A Nice Day geldi bunun üzerine. Hemen peşi sıra ise, yine benim için konserin ennn güzel anlarından biri: saatlerdir sahnede tepinen Jon, eline marakaslarını aldı ve
Keep The Faith başladı. Ya gerçekten inanamıyorum, hala şaşkınım, bütün gece hiç durmadan şarkı söyleyip tek bacağı üzerinde zıplayan, sürekli bizimle konuşup konser boyu ellerimizi havada tutan, terden sırılsıklam olup 3 kere tişört değiştiren 50 yaşındaki bu efsane, bir de marakasları çalıp Keep The Faith'i söyledi bize ve biz de ona söyledik. Oh, bunu da söyledi ya, bu adam artık daha ne söylesindi???
Jon bu şarkıdan sonra teşekkür edip sahneden ayrıldı. Ama biz yer miyiz dostum, yer miyizzzz, stad sanki bir kütle gibiydi, çılgın gibi bağırıp alkışlamaya devam ettik. Bu esnada benim gırtlağımdan çıkan tuhaf seslere kendim bile şaşırdım:))) Ve tabii grup sahneye geri döndü. En büyük hitini söylememişsin, nereye gidiyorsun devrem?
Beklentiyi bilen Jon, bisin ilk şarkısını The Circle'dan seçmişti,
When We Were Beautiful, oh iyi ki öğrenmişim dedim ben de tekrar bu yeni parçaları.Ve sonunda herkes kovboy şapkalarını taktı, o unutulmaz melodi başladı :
WANTED DEAD OR ALIVE. Bu şarkıya girdikten sonra stadda olanları ancak yaşayanlar bilebilir. Mucizevi bir andı, şarkıyı biz söylemeye başladık dostlar, biz, onbinlerce erkek ve kadın, adamın belki en sevdiği şarkısını onun karşısında söyledik ve o da bizi dinledi, o an sahnede kendini Tanrı gibi hissediyor olmalıydı, yüzündeki ifade herşeye değerdi, belimdeki ağrıya, bacaklarımdaki yangına, soluduğum terli havaya, herşeye değdi o an. Devamında Jon şarkıyı aldı ve sonunu beraber getirdik. Ben işte bu şarkıda ağladım artık, şu hayatta Bon Jovi'yle Wanted Dead Or Alive'ı söylemek varmış kaderimde, çok şükür yarabbim.
Wanted'dan sonra yine geçmişten, en eskilerden
Blood On Blood geldi. Ama beklediğimiz bu değildi, biz de biliyorduk o da biliyordu. Ve final şarkısı, Bon Jovi'nin gelmiş geçmiş en büyük hiti,
LIVIN ON A PRAYER sonunda dinamit gibi patladı, şarkının girişiyle yine tüm stad tek ağız olmuş Tommy ve Gina'nın hikayesini anlatıyorduk, ama düşünceli Jon bu şarkıyı bize söyletmekle yetinmedi, baştan tekrar kendisi söyledi, coşturdukça coşturdu, kaçınılmaz son geldiğinde ise, tüm ekibi toplayıp önümüzde eğilerek bizleri selamladı, yağmur gibi alkışları, çığlıkları dinleyerek parlak gülüşüyle 20 sene sonra bir kere daha kalbimi fethetti.
Bundan sonra olanlar BOMBA, aslında Prayer'dan sonra gidecekti elemanlar. İşte alkış kıyamet, selamlama, sevgi akıyor sahneye hiç abartmıyorum. Jon'un eline kim tutuşturduysa, sen git Galatasaray atkısını açıp bize salla AHAHAHAHAHA, ulan yuuuhhhh bir başladık yuhalamaya, inanamazsınız, adama tapınan ellibin kişi yuhalıyordu şimdi Jon'u, Jon güldü, "bunu telafi etmem gerek" dedi, bu muhteşem gece yuhalama ile bitecek değil ya, aksine en güzel aşk şarkılarından biriyle bitti dostlar. Sürpriz bis'te Bon Jovi
Always'i söyledi! Ellibin kişi Jon'a "I will love you always" diye eşlik ederken o da ağladı, biz de ağladık, rüya gibiydi, o şahane ses, ve ona karşılık veren, sevgisini, hayranlığını cömertçe sunan devasa bir kalabalık, bu bir mucize idi. Türkiye'de bu stadı doldurup taşırıp, tüm şarkıları bir ağız söyletecek, üzerine alkış ve sevgi seli yağdırabilecek yegane grup bu Bon Jovi idi işte!
Böylece konser sona erdi dostlar. Zekish'le ağzımız açık, şaşkın şaşkın birbirimize bakıyorduk. Jon'un performansı, bizlerle iletişimindeki hakimiyet ve alabildiğine samimiyet çarpmıştı bizi. Bütün grup kusursuzdu, hepsi tüm gece neredeyse 3 saat müzik yapmışlardı bizim için. Bütün sevdiğimiz hit şarkıları çaldıkları gibi, hiç ihtimal vermediğimiz parçalardan da çalarak kalbimizi bir kere daha fethetmişlerdi.
Staddan çıkmadan "anneemm anneeem" diye inleyerek ilk bulduğumuz koltuklara serilip oturduk. İşte ben çıkışta şu halde idim dostlar:
Daha ne yazabilirim bilmiyorum. Ölmeden önce dünya gözüyle Bon Jovi'yi görebilmek, o şarkıları beraberce söyleyebilmek, Jon'un sesini canlı canlı dinlemek; gerçekleşeceğine hiç ihtimal vermediğim bir mucize idi. 1993'deki konseri kaçırdım ya, bir daha asla göremem sandığım grup geldi, yine o şarkıları söyledi, pişmanlıklar sona erdi. Bad Medicine, You Give Love A Bad Name, Livin' On A Prayer, Bed Of Roses, Always, Wanted Dead Or Alive, Blaze Of Glory... Ben dün gece hayatımın belki en güzel gecesinde, hayatımın en güzel yıllarını tekrar yaşadım. Bunu asla unutmayacağım. Jon'un gülümsemesi ve mavi gözlerini de hiç unutmayacağım. Ve dostlar, o solmuş SUPERMAN dövmesini de dünya gözüyle gördüm ya, daha ne isterim?
Şimdi Bon Jovi'yi görsem sadece tek bir şey söylesem yeterdi : TEŞEKKÜRLER ÇOCUKLAR. HERŞEY İÇİN ÇOK AMA ÇOK TEŞEKKÜRLER.
işte resmi we sitesinden kopyaladım bu fotoyu :
xo xo