24 Ekim 2012 Çarşamba

2012 Paris Seyahati - 2.Kısım

Cumartesi sabahı bir uyandım ki, o güneşli havadan eser kalmamış dostlar. Gökyüzü kesif gri bulutlarla kaplanmış, yağmur yağdı yağacak. Bunu beklediğim için şemsiyem yanımdaydı tabii, otelde tıkılıp kalmaya da niyetim yoktu. Hırkamı, trençkotumu giydim, atkımı boynuma doladım, attım kendimi Paris sokaklarına. Bir yandan şemsiye ile fırtınadan korunmaya çalışıp beri yandan fotoğraf çekmeye çalıştığımdan çok hoş olmadı bugün çektiğim kareler :(

Metrodan çıkınca gördüğüm görüntü bu, ne güzel bir şehir değil mi?

Cuma günü kıyısına kadar gidip tam gezemediğim Saint Louis adasının burnuna gitmek ilk hedefimdi. Metroya atlayıp adanın dibindeki Sully durağında indim. Dışarı adım atmamla yağmur başladı, hem de ne yağmur, kar mı yağıyor diye şaşırdım, o kadar soğuktu.

Cuma gecesinden kalma çöpler:)) İşte Paris buuu:))

Bu ada zengin meşhur cinsinden vatandaşların yaşadığı, pek işyeri bulunmayan sosyetik bir yerleşim mekanı imiş. Ama sokak lambasının dibine yığılmış çöpleri görünce "işte Paris buuu" diye söylendim. Zaten tek başıma gezerken alışkanlık olmuştu kendi kendime konuşmak:) Belki yalnız olduğumdan, bu gezide insanlara daha çok dikkat ettim, çevremi daha çok izledim. Paris'le ilgili düşüncelerim çok değişti. Harikulade güzel planlanmış ve inşa edilmiş muazzam bir kent Paris. Yeryüzünün en büyük sanat koleksiyonları bu şehirdeki müzelerde sergilenmekte. Ama bu güzel binaları, sokakları dolduranlar artık hep göçmenler, garibanlar, Fransızların beşinci sınıf işlere mahkum ettiği zenciler... Gece ücra metro durağımdan çıkarken "aman götümü kesmezler inşallah yaleppim" diye ürktüğüm bir güruh kaplamış tüm şehri. Öyle Chanel döpiyesli, kırmızı rujlu şuh Fransız kadınları ile lö şakşak centilmenler 1960'larda kalmış. Gerçekte öyle bir Paris yok. Herkesin şıkşıkırdım giyinip nazik nazik konuştuğu yer değil Paris. Metrosu sidik kokan, insanların ne bulursa kat kat giyindiği, zamanında kendini iyi pazarlamış ve bu pazarlamanın kaymağını yiyen bir yer. Evet güzel ama binalar güzel, müzeler güzel. Ruh kalmamış. Bence Istanbul o denli capcanlı, hayat dolu ve olağanüstü güzel ki Paris'in eline verir, o kadar söylüyorum. Istanbul yeryüzünün en güzel yeri, bu şehirde doğup büyüdüğüm ve yaşadığım için ne kadar mutlu olduğumu anlatamam.



Evet içimi döktüm rahatladım, Paris'in gri havasına geri dönüp yürüyüşümüze devam edelim sevgili dostlarım. Yıllardır gitmek istediğim burun aslında minik bir parkmış. Paris'deki diğer parklar gibi alçacık kapısını açarak içeri girebiliyorsunuz.







Paris'te simetri hastalığı mı var diye düşünürken öğrendim ki, şehri 1850'lerde yıkıp baştan aşağı yeniden inşa ederek bugün bildiğimiz haliyle Paris'i meydana getiren Baron Haussmann simetri hastası imiş:))  1850'lere dek Paris, Ortaçağ'daki görüntüsü koruyan sıkış tıkış bir kentmiş. Sonra Baron Haussman şehri baştan aşağı yıkıp yeniden inşa etme işini üstlenmiş. O mükemmel dizi dizi süslü binalar, cetvelle çizilmiş paralel caddeler, geniş ferah bulvarlar, kaldırımları süsleyen kafeler, parklarda milimetrik hizayla dikilmiş ağaçlar hep onun eseri. Ama bu Baron az kalsın Notre Dame'ı bile yıkıp dümdüz edecekmiş ama yapmamış da, ortaçağdan kalma bu Gotik şaheser günümüze kalabilmiş.




Nihayet parkın ucuna geldiğimde, burnun alçak bir metal parmaklıkla çevrildiğini gördüm. Bazı sevgililer de bu çite üzerinde isimleri yazılı kilitler takmışlar. O kadar hoşuma gitti ki anlatamam. Böyle şeyler insanoğluna mahsus demek, sadece bize özgü değilmiş.

David and Janni, Australia. Two men in love for 40 years.

Burundan Seine nehrinin ilerisine kadar görebiliyordum. Doya doya bakıp fotoğraf çektim. Yıllardır "hiç gitmedim de gitmedim" dediğim, "bir daha Paris'e gidersem mutlaka oraya ayak basacağım" diye kafaya taktığım noktada bulunmak müthiş bir zevkti.

nehrin üst kısmı


nehrin alt kısmı

Geri dönüp parkın girişine yürürken elimde değil, ıslanmaya aldırmadan habire fotoğraf çekiyordum. Hava çok çirkin bile olsa nehrin kıyısından şehir güzel görünmekte idi.







Parktan çıkacakken birşey farkettim. Adanın ucuna, tam nehir kıyısına inebilirdim. Merdivenler açıktı, "aman birisi intihar eder" diye kapatılmamışlardı. Alçak kapıyı itip yavaşça aşağı, nehir seviyesine indim. Sonbaharın bütün renkleri Paris'i buradan sarmaya başlamıştı adeta.

merdivenler

Sonbahar yaprakları

Nehir seviyesinde manzara müthişti dostlar. Burnun bir o tarafına bir bu tarafına yürüdüm, her yanına ayak bastım, her açıdan fotoğraflar çektim.






Bu tarafta kaz mı ördek mi neyse bu dayıları gördüm. Aman bunlar dötümü gagalar diye çekindim de diplerine girmedim dostlar:))


annem siz nereden düştünüz buralara?
Merdivenlerden geri tırmanıp parktan dışarı çıktım. Hava buz gibiydi, rüzgardan habire öksürüyordum, yağmur bir yağıyor, biraz durup tekrar yağıyordu. Düşünceli düşünceli metroya yürürken, adanın sadece burnundan değil, yan tarafından da nehir kenarına inebileceğimi farkettim. Göz açıp kapayıncaya kadar aşağıdaydım:)








Kıyı boyunca yürüdüm, adadan şehre baktım. Cumartesi sabahı yağmurlu havada herkes sıcak evinde uyuyordu herhalde, bir ben deli danalar gibi bomboş sokaklarda fink atmakta idim.












Kıyıdan çıkıp Sully köprüsünü geçerek anakaraya, metronun bulunduğu yere geldim. Ama yürüdüğüm cadde güzel bir sokaktı, biraz gezeyim diye düşünüp yürümeye başladım. Cadde de ilerleyince bir baktım yolun sonu Bastille meydanına çıkıyor, öf yok artık deyip geri döndüm. Yok artık dedim çünkü Bastille demek Marais demek, oraları pek güzel olduğundan bir girersem daha çıkamam, pasaj arayışıma devam edemem diye düşündüm.


Boulevard Henri-IV

Boulevard Henri-IV

Celestine Kışlası

Celestine Kışlası

Bastille'e çıkmayıp metroya geri dönerken ara sokaklara dalasım geldi. Nedense buradan ayrılamıyordum bir türlü. Dar sokaklarda ileri geri gezindim. Benden başka kimse yoktu ortalıklarda.





Saint Louis adasına doyunca artık metroya binip bir sonraki hedefe doğru yola çıkabilirdim: Rue Sain Honore. Bunun için Sully'den binip Pont Neuf'de inmem yeterli idi.

Pont Neuf yeni köprü demekmiş ama bu süslü, taş köprü Paris'de ayakta kalan en eski köprü aslında. Yapımı 1578'de başlamış; benim doğmamdan 400 yıl önce yani. 1608'de inşası tamamlanmış. Bu köprü Paris'in kalbi. Bu şehre gelip de nehrin iki yakasını Pont Neuf'den izlememk olmaz. Hayallerdeki Paris'in gerçek hali bu köprüden görülen manzara işte. Bir yanda Louvre, öbür yanda La Conciergerie, uzaktan Eiffel kulesi selam veriyor. Nehrin ortası, Gotik Paris'in kalbi. Tam burası.


Louvre






La Conciergerie, Marie Antoinette giyotine götürülmeden önce burada hapis tutulmuştu

En uzaktaki kürdan Eiffel kulesi:)

Köprüden yukarı (Louvre'un bulunduğu yaka) doğru yürüdüm. Rivoli caddesini dümdüz kesip onun paralelindeki Saint Honore caddesine çıktım. Bu caddeden yürüyünce Louvre ile Palais Royal'ın tam ortasındaki meydancığa gelecektim.

Paris'e her gelişimizde mutlaka Rivoli'ye gidip bu güzelim caddede yürürdük. Çünkü alışveriş edebileceğimiz H&M, Pimkie, Miss Sixty ne bileyim işte Zara mara hepsi bu caddede idi, yolun sonu da Concorde meydanına çıkıyordu. Saint Honore ise içine bile giremeyeceğimiz Longchamp, Chanel vs vs marka butiklerle dolu, çok daha azametli bir sokak idi. Bugün de burayı gezmeyi kafaya koymuştum:)

Caddemizin başlangıcından bir gün önce gezdiğimiz Saint Eustach Kilisesini görebiliyorduk. Bu da Paris'de her yerin birbirine yakın ve bütün gün yürüyerek gezilebilecek olduğunu gösteriyor.



Artık saat ilerlemiş, turist güruhları da sokakları sarmıştı. Kalabalığa karışıp başladım Rue Saint Honore'da yürümeye. Gözüme elalemin şemsiyesi girmesin diye de çok dikkat ediyordum tabii:))





Etrafa baka baka yürürken insanların yoğunlaştığı bir dükkan gördüm. Oh evet, burası da hep görmek istediğim Colette mağazası idi. Mağaza sıcak ve kuruydu, çok da kalabalıktı. Alt katında kitap, ajanda, çikolata, şekerleme, dudak kremi, ne bileyim minik bıdı bıdılar satılıyordu. Üst katta ise haute couture kıyafetler sergilenmekte idi. Bu elbiselerin güzelliğini, renklerinin mükemmelliğini, işçiliklerinin kusursuzluğunu  size anlatamam. Giymiş olduğum ve giyeceğim her bir parça kıyafet; bu sanat eserlerinin yanında alabildiğine sönük, renksiz ve çirkin kalıyordu. Bütün giysilerimden nefret ettim oracıkta:))

Colette mağazasından mutlaka bir parça benim olmalıydı. Ben de o küçük bıdı bıdılardan aldım, bu ıvır zıvıra bile terbiyesizlik denecek kadar para verdim. Yazık günah.

Colette alışverişim

Fareli teneke kutu salt kutu sevdiğim için hoşuma gitti. İçinde çikolata kaplı fındıklar vardı, öyle ahım şahım değillerdi. Kutunun üstündekiler minik canavar magnetler, pek sevimliler. Baykuş, mor ve ışıl ışıl, içinde dudak nemlendirici var ama ben onu baykuş aileme katılsın diye almıştım. Rose Salve, gül özlerinden yapılma pembe renkli bir vazelin. Dudaklara, dirseklere, yüze, kütiküllere... gün içinde kuruyan her yerinize sürebiliyorsunuz. Gül kokulu yiyecek ve kozmetikten hiç hoşlanmadığım halde bunun kokusu rahatsız edici değildi. Kullanıyorum da, gayet başarılı bir ürün. Burt's Bees Lip Balm, dudak için balmumu; ayçiçeği ve hindistan cevizi yağı da içermekte. Nane yağı da eklemişler, keskin bir kokusu var ama duduşları ferahlatıp yumuşatıyor gerçekten.




Colette'de ısındıktan sonra şakır şakır yağmura çıkmak moral bozucu idi. Ben de moralimi düzeltmek için  o harikulade pastane vitrinlerine yanaştım.






Valla artık bu makaronları da görünce dayanamadım. Zaten saatlerdir yağmur yağıyor, sinirim burnumda... Girdim içeri, garson kıza parmağımla gösterdim ne istediğimi, çünkü İngilizce istediğim şeyi nasıl anlatayım bilemedim:))) Sonra da bir güzel yedim bu günahkar tatlıları ama tadlarının görüntüleri kadar hoş olduğunu iddia edemeyeceğim. En azından içimde kalmadı:)



Makaronlardan aldığım enerjiyle yürümeye devam ettim ve nihayet Louvre'un arka kapısına ulaştım. Aslında arka değil de yan kapısı. Ufak bir meydan, bir tarafta Louvre, karşısında Palais Royal, çaprazda Comedie Francaise. Ortada metro istasyonu : Palais Royal-Musee Du Louvre. Unutmayın bunu, en önemli duraklardan biri. Diğeri de Franklin Roosevelt durağı, Champs Elysees'ye gitmek için bu durakta inmelisiniz:))


Musee Du Louvre

Louvre'da çok güzel bir sergi varmış anladığım kadarıyla Raphaello hakkında ama maalesef gezecek vaktim yoktu. Yine de içeri girip piramitleri görebilir, fotoğraf çekebilirdim.




Burası da müzenin ana girişi, buradaki zafer takının adı Arc De Triomphe du Carrousel. Louvre'u arkana alıp bunun altından yürüdün mü, Tuileries Bahçesine çıkıyorsun. Bahçeyi dümdüz geçip dışarı çık, işte Concorde Meydanındasın. (Hani ortasında Mısır dikilitaşı olan). Oradan yukarı yürüyünce de Champs Elysees'ye geldin. Her yere yürüyerek gidilebilen şehir Paris:)

Arc de Triomphe du Carousel

Müzeye giriş cam piramitten,  nasıl kalabalıktı, nasıl kuyruk vardı anlatamam. Hafta içi ve sabah erkenden gelmeli Louvre'a. Bir de aşağıdan, metrodan bir girişi olması lazım, hani başaşağı piramitle yerdeki piramitin ucuca geldiği bir yer vardı ya, bir kere de oradan girmiştik diye anımsıyorum.



14.Louis, Güneş Kral







Geldiğim kanattan geri meydana çıktım ve karşımda Palair Royal azametle beni beklemekteydi. Bu saray geçmişte büyük kardinal Richelieu'nün ikametgahı imiş. O zamanlar Kardinal Sarayı olarak bilinen yapı, Richelieu öldükten sonra kral 13. Louis'nin malı olmuş ve Palais Royal olarak adlandırılmış. Bu sarayda ekseriyetle Orleans Dükleri yaşamışlar. Yani kralın küçük oğlu (Bir nevi İngilizlerin York Dükü gibi).

Palais Royal

Palais Royal binalarında bugün devlet daireleri bulunmakta ve ziyarete kapalılar. Ama bahçeleri halka açık. Ön kısımda eskiden otopark mıymış neymiş, modern bir sanatçı dizi dizi kolon dikmiş. Benim gibi modern sanattan tiksinen Paris halkı, Louvre'un cam piramidi gibi bu kolonlardan da tiksinmekte imiş.


Buren Kolonları

Kolonları geçip asıl bahçeye çıktığımızda ise içimiz açılıyor. Sıra sıra milimetrik simetrik ağaçlar arasında o mevsimde rengarenk çiçekler görmek insanı mutlu ediyor.

Palais Royal bahçesi



Islanmamak için ağaçların altından yürüdüm









Dikdörtgen bahçeyi çepeçevre dolaştım. Heykele sığınan bu güvercinler gibi ıslanmıştım ben de. Fakat gezmeye devam etmeliydim. Görev beni çağırıyordu! Bu arada Palais Royal bahçelerini çevreleyen revaklarda sıra sıra butikler bulunmakta, ekseri antikacılar ve vitrinden baktığım bir kaç parçaya göre epey pahalılardı.



Bahçeden yine Saint Honore'a çıkıp yürümeye devam ettim. Yağmur hızını arttırıyordu, botlarım su çekmeye, ayaklarım ıslanmaya başlayınca çok moralim bozuldu. Ama çıktığım meydan pek güzeldi, yine de fotoğraf çekmekten kendimi alamadım:)



André-Malraux Meydanı
 Bir dahaki sefer bu otelde kalmak istiyorum:))





Neyse efendim, yola devam ettim, meşhur Vendome Meydanına gelmiştim. Burada artık yağmur kendini şaşırdı, muson fırtınası gibi yağıyordu mübarek. Botlarım leş gibi, ben sıçan gibi... Meydanı çevreleyen olağanüstü Dior, YSL, Chanel vs vs mücevherat dükkanlarına bile rahat rahat bakamadım. Resmen gözümün önünden seller akıyor idi.


Vendome Meydanı

Meydandan yine Saint Honore'e çıktım, yolun sonuna az kalmıştı, ben de vıjjıkk vıjjııkk yürüyordum artık. Nihayet son hedef Madeleine Kilisesine ulaştım. Bu devasa yapıya daha önce hiç gelmemiştim ve hep görmek isterdim.


La Madeleine 




Yorgun, bitmiş, ıslak vaziyette kilisenin içinde iskemlelerden birine çöktüm, ne yapacağımı düşünmeye çalıştım. Sırılsıklamdım. usulca yere bıraktığım şemsiyemden şıpır şıpır sular akmakta idi. Botlarımın su çekmiş  ve ayaklarımın zırıl zırıl ıslanmış olması en büyük problemdi. Görmek istediğim daha başka yerler vardı ama bu yağmurda yürümek imkansız gibiydi...



Orada epey dinlendim. Dışarı çıktığımda ne yazık ki yağmur delicesine devam etmekte idi. İleride Concorde Meydanını görebiliyordum. Öbür tarafta meşhur Opera binası yükselmekte idi. Ne yazık ki hepsine sırtımı dönüp hızla yürüyerek Madeleine metrosuna kendimi attım ve aktarma yaparak otele geri döndüm.

Madeleine'den Concorde Meydanı'na bir bakış

Otelde botlarımı çıkartıp saç kurutma makinesiyle kuruttum. Üstümü değiştirdim, yün çorap ve kazak giydim:))) Kalan vaktimde nereye gidebileceğimi planladım. Sonra daha sıcak ve iyi olarak tekrar dışarı çıktım ama 2-3 saat kaybetmiş oldum. Ne yapalım, canım sağolsun.

Otelden çıktığımda yağmur dinmemiş ama hafiflemişti. Aktarma yaparak Richelieu-Drouot metrosunda indim. Tam karşımda Passage des Princes durmakta idi.


Passage des Princes

Bu şık ve zarif pasaj ana babalar ve yavruları ile dolu idi, çünkü mağazaların tamamı çocuklara yönelikti. Oyuncakçılar, şekerlemeciler, maketçiler.. Çocuklar için masallardan fırlamış gibi bir yerdi ve ufaklıların alayı mama-mamaaa, papaa-paapaa diye kuduruyorlardı:)))








Pasajdan çıkarken ne göreyim? Bu minicik güvercin ıslanmış, tüyleri yapışmış... gelmiş pasajın içinde yağmurdan korunmaya çalışıyor. Ah kuzuuummm:(



Pasajdan Boulevard Des Italiens'e çıkmıştım. Bu esnada yağmur dinmişti ohhhh nihayet !!!  Aradığım diğer pasajlar bu caddede değillerdi, haritayı epey bir incelemem gerekmişti, yanlış sokakta idim. Yine de güneşli havada bulvar pek güzel görünüyordu, amaann yürüyeyim burada biraz dedim.










Sıkılınca geri dönüp asıl gitmeyi planladığım sokağa geçtim: Boulevard Montmartre. Burada üç tane birbirinden güzel pasaj buldum. Bunları ziyaret etmenizi hararetle tavsiye ediyorum.

Bunların ilki Passage Des Panoramas idi. İçinde restoranlar, butikler, gezmekten zevk alacağınız dükkanlar var. Restoranlardan biri çok iyiymiş, benim Fransızlar söyledi. Ama hangisinden bahsettiğini öğrenmemiz lazım:)

Passage Des Panoramas








Yolun karşı tarafında ise bir diğer pasaj; Passage Jouffroy bulunmakta.  Bu sanırım en sevdiğim pasaj oldu. Gezdiğim tüm pasajlar içinde en dolu dolu, renkli, canlı olanı buydu. Zaten pasajın içinde turistlerden adım atılmıyordu.

Passage Jouffroy

Pasaj birbirinden ilginç butikler, ikinci el kitapçılar, çikolatacılar, takı dükkanları ile bezeliydi. Bu pasajdaki mağazaları gezerek çok zevkli saatler geçirmek mümkün. Vitrinler rengarenk, eski kocaman boy resimli kitaplar gayet ucuz, çizgiromanlar rengarenk... Fransızca bilseydim bir sürü çizgi roman alırdım eminim:)
















Jouffroy Pasajında enteresan bir müze bulunmakta : Museé Grevin. Balmumu heykel müzesinde meşhurların gerçekçi heykellerini görebilirsiniz. Ben bu seferlik atladım bu müzeyi:)







Kedi yastık:))



Dansöz kıyafeti mi bunlar neydi, anlamadım:))



Pasajdan yürüyüp çıktığımızda ise karşımıza bir diğeri, Passage Verdeau çıkıyor. Bu pasajlar genellikle belirli semtlerde kümelenmiş ve birbirlerini takip ediyorlar. Ekserisi tarihi anıt sayılıyor. Geçmişte oldukça fazlaymış sayıları. Baron Haussmann'ın restorasyonunda, yeni açılan bulvarlardaki butiklerle kapışmasınlar diye kapalı pasajların çoğu yıkılmış.

Passage Verdeau





Pasajlarda aklım kalarak çıktım, buralarda yiyip içerek, alışveriş ederek güzel bir gün geçirmek mümkün idi ama benim zamanım yoktu. Akşam yemeğinde Fransız arkadaşlarla buluşacaktım. Otele dönüp üzerimi değişmem, tekrar merkeze gelerek onları bulmam gerekiyordu. Paris muhtarıyım ya, bana şu metroya binip şuraya gelebilir misin diye sorduklarında, bulurum demiştim:) Otele dönmeden ise görmek istediğim bir kaç galeri daha vardı. O yüzden fazla oyalanmadan Montmartre Bulvarına geri çıktım. Bu caddeyi dikey kesen ve şehir merkezine kadar uzanan Rue Vivienne'e saptım, çok güzel bir sokakta yürüyordum şimdi. 

Borsa






Bir sonraki pasaj tam bu cadde üzerinde idi: Galeri Vivienne. Galerinin girişinin hemen yanında Jean Paul Gaultier dükkanı da var idi:)


Galerie Vivienne
Burası pasajların en eliti, en sosyetik olanı idi sanırsam. Tuhaf butikler, havalı restoranlar ile doluydu. Turist pek azdı, sanırım Parislilerin kaçış noktası olmuş Galerie Vivienne.














Vivienne'in hemen ilerisinde de Galerie Colbert bulunmakta. Burası bilmem ne enstitüsüne verilmiş, içinde mağaza yok, diğer çıkışında ise hoşafanj bir restoran bulunmakta. Çok sakin ve güzel bir müze gibi idi.













Bu galeriden de çıkıp Vivienne sokağının bitimine geldiğimde kendimi sabah yağmur altında gezmek zorunda kaldığım Palais Royal'de buldum. Yine her yer birbirine bağlanmıştı şu Paris şehrinde. Palais Royal'e girmeden o taraflarda biraz dolandım, aradığım son bir pasaj kalmıştı ama çok yaklaşmama rağmen onu bulamadım. Ne yapalım bir dahaki sefere yapacak birşey kalsın:))



Sonunda pes edip geçitten yürüyerek Palais Royal bahçesine arkadan girmiş oldum. Madem öyle bir de güneş altında fotoğraflarını çekeyim şuraların dedim ben de:)








 




Bu iş de bitince Palais Royal-Musee Du Louvre metrosuna kendimi attım, otele döndüm. Saçıma başıma çeki düzen verdim, makyaj yaptım, yeni mor elbisemi giydim. Altına da iki kat külotlu çorap giydim, hava köpek gibi soğuktu canlar. O esnada İstanbul 28 derece buram buram yanmakta imiş, neyse:)) Sonra metroya binip aktarma yaparak Tronchet sokağına geldim. Bir şekilde kaybolmadan buluşma noktamızı bulmayı becerdim, aferim bana:))

Fransız arkadaşlar beni Le Relais de l'Entrecote diye, sadece antrikot yapan, son derece meşhur bir yere götürmeye niyetliydiler. Ama restoranın önünde kuyruk vardı ve ben orada yemek istemedim açıkçası. O yüzden Chez Clement'e gittik.

Başlangıç olarak kaz ciğeri geldi. Kazları yağlansınlar diye ölene kadar zorla tıka basa yedirip yapıyorlar bunu biliyorsunuz, tam bir vahşilik. Tadı ise çok nefis.



Ana yemek olarak tavuk, ördek ve tavşan yendi. Tavşanı yiyen benim. Yemeden önce de evdeki evcil pofidik tavşanlarının fotoğraflarını gösterdi bana hain arkadaşlarım:)))

tavuk


ördek

tavşan
Tavşanı erikle, havuçla pişirmişler. Pek lezzetli idi. Zaten erik meraklısı bu Fransızlar, her yerde erik kullanıyorlar.

Tatlı olarak profiterol, meyve salatası ve fondant chocolate-ananas yedik. Sonuncu şahane benim seçimim elbet:)

Profiterol çok ilginçti, bizimkinden farklı olarak içine dondurma koyuyorlar.

Profiterol

meyve salatası

O yediğim fondant chocolat-ananas'ın tadını aklımdan çıkartamıyorum dostlar. Olağanüstü bir çikolata deryasında, kendimden geçerek yüzmüş gibiyim. Muhteşem bir lezzet, kenarlarına kadar sıyırdığım harikulade bir sunum.

fondant chocolat-ananas

Bu ziyafetten sonra dostlar beni otelime bıraktılar. Artık bacaklarım yürümekten kaskatı olmuş idi, pek yorgundum. Üstelik sabah erken kalkıp aldığım şeyleri yerleştirip bavulumu geri toplamam ve Paris'de kalan yarım günümü de değerlendirmem gerekiyordu. Herşeyi öylece bırakıp kütük gibi yattım:) 

Beğendiniz mi dostlar? Pazar günü de Montmartre'a gideceğiz:)

xo xo