29 Temmuz 2010 Perşembe

Kurtuluş'un kedileri - 1 : Portakal kedi

Kurtuluş caddesinde yürürken tanıştığım çeşit çeşit sevimli kedileri size tanıtmaya karar verdim.

Bir numara bu portakal renkli tatlı şey, tam caddenin girişindeki Kurtuluş durağının orada yaşar, hiç yer değiştirmez, durak civarında, oradaki mağazaların önünde pofuduk pofuduk yatar. Sağolsun birileri hergün buna mama veriyor, apartmanların birinin girişinde duruyor mama kabıyla su kabı. Her sabah ben işe giderken bu bıyıklı da hapır hupur kahvaltı yapar. Sonra artık ya Carmen mağazasının ya da Sivaslı Kardeşler mağazasının önünde kıvrılıp bütün gün uyur. Güneşten rahatsız olunca da eczahanenin reklam panolarının arkasına saklanır enayi:))) Kurtuluş kedileri arasından en sevdiğim işte bu :

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Tatile gideceğim ya

bütün işler son güne kaldı. Şirkette 2 aydır hallolmasını beklediğimiz bir operasyonun bugün netleşeceği tuttu. Haftalardır çekemediğimiz kumaşların bugün serbest kalacağı tuttu. Hindistan'dan geminin yola çıkacağı, Fransa'daki şirketteki direktörün (yani benim çalıştığım adam) 1 aylığına Afrika'ya babasının köyüne gideceği tuttu. Son güne kaldığım için Cuma gecesine yer bulamadım ve Perşembe'den gitmem gerekti. Allahtan şahane patronum izin verdi, ne surat yaptı ne laf etti sağolsun. Zaten geçen ay da kolum kadar Dior Addict getirmişti minik Judy'e ne kadar mükemmel değil mi? Ben de ona Ayvalık zeytinyağı alayım bari. Neyse aslında bu işlerin çözülmesi daha iyi olmuştur herhalde , belki fazla aramazlar. Tatilde işyerinden aranmak kadar insanı geren birşey olabilir mi? Ulan ilgilenmiyorum , yapmıyorum işte, yapacak olsam tatile çıkmazdım:)))) Geçen sene kumsalda sürekli telefona yapışmış ve mutsuz olmuştum. Bu sene keyfimi bozmaya niyetim yok, arasalar da canımı sıkmamaya kararlıyım.

Bu sene tatile hazırlanmam kolay oldu : komik turuncu bavuluma bir torba don, bir torba tişört attım. İki şort , bi çift Birkenstock, bi takım yazlık pijama, 20 faktörlü güneş kremi ile plaj havluları da tamam. İşte bu kadar. Yanıma alacağım kitapları seçmesi kaldı. Indiana Jones Omnibusları mı taşısam yoksa kıytırmasyon Gece Evi serisinin okumadığım kitaplarını mı aradan çıkartsam? Neyse gıcır gıcır Indy çizgiromanlarıma bişey olmasın, onlar kalsın; Gece Evi'ni götüreyim. Yarısında olduğum Kitabın Kulları'nı da götüreyim yeter. Ve hala okumamı bekleyen düzineyle kitabım kalıyor. Oyun olarak da Harry Potter 3. yıl ile 5. yıl yeter, zaten vakit olur mu bilmiyorum oyuna.


Yarın sabahtan , kontrol için diyetisyene gidiyorum, bakalım nasıl karne verecek, yeni listeler hazırlayacak, aaayyyy  tatilde dondurma yemek istiyorum tamam mı, dondurmalı liste ver bana kadın!

xo xo

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Yıldız Parkında düğün & moda çekimi

Cumartesi günü Realfiesta ahalisinden Korhan ile Begüm'ün düğünleri vardı sevgili seyirciler (Yani Sevişgen Ördek ile Küfkedisi:))) Biz de Sibelinsu ile beraber hem arkadaşlarımızla tanışmaya hem de fotoğraf çekimine gittik. Ne kadar enteresan değil mi? Yıllardır tanışıyoruz, bir sürü konuda muhabbet ettik ve ilk kez yüzyüze tanışıyorduk. Ama hiç yeni tanışmış gibi olmadık tabii:)) Çığlıklar atarak sarmaş dolaş olduk, sanki uzun bir seyahat sonrası biraraya gelmiş gibi.

İşte dostlar, meğersem bizim Korhan'ın hakiki adı Seyfettin imiş. Gizleme çalışmış ama nikah memuresi yemedi, bütün salona ilan etti gerçeği:)) Bi de evden kocaman ayıcıklı peçeteler doldurmuş cebine öyle gelmiş nikaha bu arkadaş:))) Bütün gün cebinden ayıcıklı peçeteler çıkartıp durdu. Begüm ise eski zaman güzellerini andıran gelinliği ile ipincecik ve çok zarifti. Tören sırasında nikah masasında bir an dalıp gitti, memure hanım adını soyadını sorunca kendine gelip cevap vermesi birkaç saniye sürdü, çok şirindi :)))))

Ayy bir de Korhan'ın babasıyla tanıştık, aman allah, nasıl çapkın, nasıl tatlı dilli bir beyefendi anlatamam. Monako prensi gibi bir adam, çok hoştu. Kendisinden muhteşem bir roman kahramanı olur, öyle söyleyeyim.

Nikahtan sonra gelinle damadı kaçırıp Yıldız Parkına götürdük. Tam teçhizatlı fotoğrafçı Sibel, bir haftadır bu çekime hazırlanmaktaydı. Balonlar getirmiş, şemsiyeler getirmiş, kırmızı kalp, günün tarihini boyadığı minik bir afiş... Mizansenler çalışmış. Böylece çekime başladık. Sibel şakır şakır çekiyor, mizansen veriyor, ben de balonları şişiriyordum fotoğrafçı asistanı olarak:))) Park çok güzeldi Fotoşlar da çok güzel oldular, ama tam biz havaya girmeye başlamışken damat beyin heyheyleri gelmesin mi? Aaa sıkıldım dedi, bu kadar yeter didi:))) Halbuki 1 saat çekim yapmayı planlıyorduk...


Biz de çılgın aşık çiftimize vedalaşıp daha çok çekim yapmak üzere kendimizi parkın bayırlarına vurduk. Model ben olmak zorunda kaldım tabii. Allahımmm ne kadar zevkli birşeymiş fotoğraf çektirmek, yani böyle pozlar verip , hem de güzel çekildiğini bilerek fotoğraf çektirmek çok zevkliymiş. Sibel'in ellerine sağlık, çok teşekkür ediyorum kendisine:




Resmen Miss Dior Cherie'nin reklamına benzemiş fotoşlar değil mi, harika olmuşlar. O gün baştan aşağı Cherie kokuyor olmamın etkisi var mı bilemedim:)))


Veeee Jedi güçlerimi kullanıp uçtuğum o anı da yakalamıştı Sibelcim:



İşte böyleyken böyle dostlar. Pazar günü de hepimizi pire bastı, heryanlarımız delik deşik oldu, defalarca yıkanıp evi baştan aşağı ilaçlamamıza rağmen kurtulamadık. Artık sonumuz ne olur bilmiyorum.

Doğum ve düğün fotoğraflarınız için Sibel ile buradan veya buradan iletişime geçebilirsiniz siz de . Ama ben her çekime gitmiyorum ona göre:))))


xo xo

23 Temmuz 2010 Cuma

Gece vakti doğalgaz krizi

Dün akşam eve gittim, yürümüş olduğum için deliler gibi ter boşaltmıştım tahmin edersiniz ki. Zaten İstanbul'da nem oranı almış başını yürümüş, neredeyse %100 olmuş, nefes aldırmıyor. Bu halde kendimi duşa attım... Hiç buz gibi soğuk suyla yıkananam , azıcık ılıtırım suyu. Fakat dün akşam su ılınmamakta direniyor, gittim baktım kombi de sönmüş zaten. Ulan soyunmuşum, kesseler bu vıcık halimin üzerine bişey giyemem, anca havluya sarınıp annemi aradım. Annem üst katta ben alt kattayım bu arada. Aman anneciğim demesin mi, "bizim doğalgazı kestiler" eh açarsın buz gibi suyu ah uh bağıra çağıra bi güzel yıkanırsın.


Soğuk duşumu alıp annemin yanına çıktım, tabii ocak da çalışmadığı için küçük tüp almış, onun üzerinde çay yapıyor! Açtım internetten İGDAŞ'ın sitesini, fatura mı var acaba ödemediğimiz kontrol ettim, e yok! Aradım İGDAŞ'ı, dedim öyleyken böyle... Sayacınızın vanası açık mı diye sordu, bilmiyorum dedim, herhalde yanımla sayaçla dolaşmıyorum. Gidip bakayım da sizi arayayım dedim. "Bakın, eğer vana açıksa 187 Doğalgaz Acik İhbar Hattını arayın" dedi. "Tamam" dedim, ben önde ,annem arkada, meraklı melahat kedi de çıngır çıngır peşimizde indik bahçeye. Şimdi sayacın yeri çok acayip. Bahçede kocaman bi raf gibi bi duvar var. Bu duvarın üzerine yerleştirmişler sayaç kutusunu. O duvara çıktım, zar zor kutuyu açıp içine baktım, vana "açık" tarafına çevrili. İndim duvardan paldır küldür , yukarı çıktım , 187'yi aradım "hemen bi ekip gönderiyoruz" demesinler mi "aaa şimdi mi" diye sorum salak salak geceni körü olmuş, yorgunum, bacaklarım ağrıyor, yatasım var. "Evet hemen geliyorlar" dedi 187 numara ve kapattı. Aradan 10 dakika geçti geçmedi, zırrr, ekip arıyor "eviniz 2 katlı mı" , "evet" , "ahşap mı" , "evet" , "o zaman sayaç kutusunda sayaçtan tarafa küçük siyah bi düğme var, onu çekin, o atmıştır, ben sizi 10 dakila içinde arayacağım" Haydiii, yine ben önde annem arkada, kedi de çıngır çıngır peşimizde bahçeye indik, kediye de kızdım, meraklı şey yahu, azarlayıp yatmaya yolladım :))

Bahçeye inince duvara çıktım, o sayaç kutusunu tekrar açtım.... Annemmmm , kutunun içi örümcek ağları, ağaç dalları, pislikler ve süprüntülerle dolu. Korkuyla elimi o pisliğin içine uzattım, ağları deldim, ulan resmen Indiana Jones gibi olmuştu diye düşünüyorum beri yandan:)))) Ama tutup da çekecek siyah bişey bulamadım. Üstüm başım da batmış oldu. Temizlenip tekrar yukarı çıktım, 187 aradı, dedim öyleyken böyle. "Tamam geliyoruz" dediler, gerçekten 10 dakika sonra ekip yetişti, çıktılar duvara, kutumuzu açtılar :)))) Meğersem sayaç bozulmuş, yarım saat mı artık ne tangır tungur onu tamir ettiler, oy ama sonunda kombi de çalıştı, ocak da yandı. Adamlara teşekkür edip yolladık.

Akşam akşam yorgunluk oldu ama servisten de memnun kaldım. Ayrıca bu kediler ne kadar meraklılar değil mi, çok gülüyorum şapşalın hallerine, nereye gitsek tırrr peşimizde:))



xo xo

22 Temmuz 2010 Perşembe

Bu oyunu oynamazsa ölecek hastalığına yakalandım koşun:))) LEGO Harry Potter : Years 1-4

LEGO oyunlarına bayılıyorum biliyorsunuz. Yani Lego'nun sevdiğimiz filmlerden uyarladığı oyunları kastediyorum. İlk oynadığım Lego Indiana Jones idi. Indy filmlerindeki maceraları Lego evreninde yaşamak çok zevkliydi, o küçük Lego adamcığı gerçekten Indy olmuştu gözümde. Sonra Lego Star Wars ve Lego Batman oyunlarını oynadım. Bu oyunlar o filmi tamamen Lego evreninde yaratıyorlar. Gerçekten filmdeki maceraları baştan sonra yaşıyorsun, ama konuya esprili yaklaşıyorlar, Death Star'daki vıjjtt vıjjttt cam silici Stormtrooperlar gibi:))) Hikayede ilerlerken hazineleri topluyorsun, düşman Lego adamcıkları ve parçalanmaya uygun herşeyi patlatıp çıkan parçalardan yeni araçlar yapıyorsun, bilmeceleri çözüp gizli geçitleri açıyorsun, yok işte uzayda Millenium Falcon 'u yönetip astreoid tarlasından kurtulmaya çalışıyorsun . En son oynadığım Lego Batman'de oyunu bitirdikten sonra hikayenin villain kısmını da oynayabiliyordun, yani bu Kedi Kadın, Penguen, Joker, Riddle; ukala Batman gelip oyunlarına çomak sokmadan neler yapmışlar, tuzakları nasıl hazırlamışlar, hepsini birebir yaşamak çok eğlenceliydi. (En zevklisi de Joker olmaktı tahmin edersiniz ki. , sürekli diğer karakterlerle tokalaşıp cazırt cozurt kızarmalarını yapıyordun) Tabii oyun boyunca filmlerin ikonik müzikleri de bize eşlik ediyor. (Batman için Tim Burton filmleri temel alınmış, yeni filmler değil:)

Veee , işte Lego nihayet Harry Potter serisine de el attı ve Harry'nin ilk 4 yılına kapsayan LEGO HARRY POTTER : YEARS 1-4 oyunu yayınlandı. Oyunun resimlerine bakınca bile ağzımın suları aktı dostlar. Ayrıca oyun sanırım kitaplara daha bağlı kalmış, Peeves karakteri yokmuş gibi davranmamış mesela. Bu Lego oyununda da çeşit çeşit karakterlerden herhangi biri olarak oynama şansımız var, hatta Crookshanks ya da Scabbers bile olabiliyoruz (küçük deliklere girmek için) . Her karakterde farklı özellikleri kullanabiliyorsunuz.

Oyun bizim memlekete gelmiş mi haberim yok, ben zaten Ebay.co.uk'den alırım. Alırım almasına da , hani nerde bu oyunu oynatacak bilgisayar diye sormazlar mı adama? HÜÜÜEEEEAAAAA ÜHÜÜHHÜÜH:(((((

O zaman oyunun resimlerine bakalım. Resimleri IGN.COM sitesinden aldım.

Snitch'i yakala!

Besides, It's LeviOsa, not LevioSA

Hah, serada işler çığırından çıkmış:)



Hogwarts'ı keşfet

O arkadaki uçan yaratık, Adı Anılmaması Gereken Kişi mi?


Fred ! George! Hogsmeade!


Balkabağı suyuuu, kaymakbirasııı

Lupin ve Sirius

Haydi Gryffindor söyle şimdi: Kralımızsın Weasley.

Flitwick'in Lego versiyonunu merak ettim yahu, zaten minicik, Legolar da ufacıcık, adam bamya kadar kalmıştır.

Peeves! Bu Peeves'i filmlerde yok saymalarını hiç anlamıyorum. Hogwarts Savaşının sonunda kim söyleyecek o şarkıyı??

O zaman yarın da size oynadığım diğer Harry Potter oyunlarını anlatayım dostlar.

xo xo

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Ne yapsam, ne etsem?

Oy içim darlandı dostlar. Yine 2 aydır maaş alamamaktayım. Bu işe girdiğimden beri (4 yıl) maaşlar hiç düzgün ödenmedi (daha iyi bi iş arıyorum ama bulamadım henüz) amma son aylarda iyice zıvanadan çıktı. Çalışıp para biriktirmektense elimizdekinden avucumuzdakinden olduk. Maaşın zamanında ödeneceğine hiç itimadımız olmadığından taksitlere giremiyoruz. Mesela telefonumu lönk diye nakit ödeyip aldım, yuh. Şimdi düşünüyorum da bilgisayar parasının 3/4'ünü zaten telefona verdim vay anam vay, ne gözüm dönmüş. (Nokia N86 8 Megapixel :)) Ulan üzerine acık daha koyup mis gibi Sony Vaio ya da olmadı Toshiba neyim alırdım. Neyse , pişmanlık çekecek halim yok, telefonum çok güzel, deli foto çekiyor, içine bilmem kaç tane albüm doldurdum, internette fink de atabiliyorsun . Tabii Turkcell'in faturasını ödeyebileceksen. Aylarca hayal edip , para biriktirdikden sonra aldığım zaman duyduğum haz da nefisti. Bu hazzı şimdi de yeni bir laptop ile yaşamak istiyorum dostlar. Durup durup İstanbul Bilişim'in sitesine bakıyorum. Eylemi gözümün önünde canlandırıyorum:

Günlerden Pazar. Abim, Sibel, Pelinsu bizdeler. Pelin'i anneme bırakıp arabaya doluşuyoruz ve Mecidiyeköy'e İstanbul Bilişime gidiyoruz (neden burayı aklıma taktığım hakkında fikrim yok) Ben istediğim modeli söylüyorum. Benim için en önemli unsur grafik kartı, NVIDIA en son en iyi bilmem nesi. Çünkü oyun için alıyorum ben bu cihazı. Satıcı amca şu şu şu modeller olabilir diyor. Ben eşyalara hoyrat davrandığım için nazik Vaio yerine Toshiba ya da taş gibi kütük gibi sağlam Lenovolardan birini seçiyoruz . Sonra ben içi para dolu bi çantayı masanını üzerine bırakıyorum.... yok yok! o başka bi hayaldi yahu, karta geçiriyorum, laptopu alıyorum, işte ne yükleyeceklerse yüklüyorlar cihaza, sonra kucağıma alıyorum onu ve arabaya binip eve dönüyoruz. Hemen Tomb Raider Underworld oyununu kuruyorum ve muhteşem grafiklerin keyfine vararak sabahlara kadar oyun oynuyorum :)))

İşte böyle idi hayalim dostlar. Ama bu maaş düzensizliği, bilgisayar almayı, seyahat planı yapmayı imkansız hale getiriyor. Onun yerine ufak tefek saçma sapan şeyler alıyorum. Çünkü birşeyler almak istiyorum anlıyor musun, alışveriş yapmak istiyorum. İşte üzerinde çok güzel kedi desenleri olan tuzluklar, shipping ücreti almadan gönderi yapan ecnebi sitelerden ucuz ojeler vb vb. 3 lira diye yaz günü siyah külotlu çorap aldık dün Seval'le . Falan filan. Parasızlık psikolojisi olsa gerek. En zoru da, kitapçıya girdiğimde ise kendimi kaybediyorum. Aklima ne borç geliyor, ne harç, ne de masamdaki okunmayı bekleyen kitap sıradağları... Yine kitap almak istiyorum. Bazen okumasanız da kitaplara sahip olmak istemez misiniz? Ben istiyorum işte. Neyse bu aralar epey kendimi tuttum, izne çıkabilirsem, biriktirdiğim bazı kitapları okuyacağım. Sonra kendimi tutup tutup TÜYAP'da patlama yapacağım.

Öyleyken böyle.


xo xo

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Hayalbozan büyüsü gibi Botero :)

Cumartesi günü sıcaktan üşenmeyip kalkıp Pera Müzesine BOTERO sergisine gittim sevgili seyirciler. Serginin son günü dündü, o yüzden kaçıranlar için çok üzüldüğümü belirtmeliyim.

Pera Müzesinin 3 katını bu sergiye ayırmışlar. İlk salona girer girmez o muhteşem renkler, iri iri bedenler gözlerimi aldı, heyecanla gülmeye başladım ve bütünnn sergiyi yüzümde gülücüklerle gezdim.

Sergi çeşitli temalara ayrılmıştı, önce ölüdoğalar ve Botero'nun klasikleri yeniden yorumladığı eserler ; Marie Antoinettelere ,ve karpuzların içini boyadığı o dehşet koyu fuşya renge bayıldım. Sonra sirk hayatından sahneler, tutkunu olduğu boğa güreşlerini ve kahramanlarını anlatan resimler (hatta kendi otoportresini bile matador kılığında yapmış) , sonracığıma ülkesi Kolombiya'dan insan halleri... Futbol oynayan çocuklar, kumsalda eğlenenler, müzisyenler... Çok güzel bir sergiydi, Oryantalistlerin İstanbul'u sergisinden sonra Pera Müzesine Botero için de teşekkür etmek lazım.




16 Temmuz 2010 Cuma

Sokaktaki kokular.

Yaklaşık iki aydır diyetisyene gidiyorum. Normalde yediğim güzelim zararlı pislik şeyleri de yemiyorum. Ama yemeye en yakın olduğum an akşam iş çıkışı eve dönerken Kurtuluş'dan yürüdüğüm zaman aralığı.

Bizim işyeri Kurtuluş Son Durak'da. Buradan başlıyorum yürümeye bismillah Odak Büfe'den yola yayılan ağırrr, yağlıı, vıjjık vıjjıkk tavuk döner ile üzerinde hem tost, hem kumru, hem köfte pişen ızgaranın kokusu yüzüme çarpıyor. O hava ki artık sade gaz halinde değil, sankim azıcık yoğunlaşmış, o denli ağır... Zaten akşamın körü, acıkmışım, bu koku beni bir çarpıyor. Yürümeye devam ediyorum, hemen büfenin ilerisinde Ekinci ekmek fırınından SICAK EKMEK KOKUları yükselmekte, içim eziliyor, eziliyor, iki adım daha ilerliyorum kaçarcasına... dondurmacı ! iki adım daha at , tantunici! çiğ köfteci! insanlara çarpa çurpa bu parkuru geçiyorum, pet shopun önündedeki koltukta oturan kocaman güzel köpeği seviyorum, zaten yoldan geçen herkes bi el atıyor, Golden sanırsam, hiç sesi çıkmıyor, maskot gibi pet shop'un önünde oturmakta... Sonra bi pastane var köşede, muffinleri çörekleri dizmiş...başımı önüme çevirip ilerliyorum, artık Kurtuluş'un başına yaklaştım... Marketin yanındaki bir diğer ufak pastane , inanılmaz derecede çikolatalı tatlılarını sergiliyor, sanki hınzır kalıp kalıp çikolatayı eritmiş o keklerin üzerinde.... yine de geçiyorum ve tam Pangaltı'ya dönerken dannnn! Marmaris Büfe. Hani o şık şıkırdım Etiler Marmaris Büfe değil, daha eski, küçük, salaş , daha büfe tadında. İçinde sosislerin kaynadığı o salçalı koyu sıvıdan ve ıslak hamburgerlerin ıslak sosundan çıkan o koku , Hülya Koçyiğit'i Önder Somer'le basan Ediz Hun tokatı misalı suratıma şırraakkk diye şarpıyor. O sıcacık salçalı koku, aç bilaç sızlayan karnıma adeta eziyet etmekte... Elimi göbeğime götürüyorum hemen, bakıyorum ki hala hamur gibi , yürümeye devam ediyorum. Ne yazık ki eziyet bitmedi, Pangaltı durağının orada mis gibi simit kokusu geliyor, durağın az ilerisinde, yol üstündeki pastanaden tatlı mı tatlı bir kurabiye kokusu çarpıyor burnuma, yaleppiimmmmmm ne zaman bitecek bu eziyet derken metro durağına geldim diye seviniyorum... ve... işte... tam o anda.... KÜÜTTTT kokoroççiiiiii, amannnn nasıl bir koku buuuu derken kendimi metroya zor atıyorum, eve gelince de bir bardak sütle 5 kaşık nesfit yiyip; kaymak birası hayallerine gömülüyorum.

işte öyleyken böyle


14 Temmuz 2010 Çarşamba

Kediciğin istenmeyen tüylerinden nasıl kurtulduk?

İşte Ebay.co.uk'den birkaç pound'a aldığım halbuki ülkemizde 90 TL'ye satılan FURminator'e kavuşmuştum. Meğersem bu alet pek meşhurmuş, pet forumlarında gırla gidiyor, ben şans eseri kendisinden haberdar olmuş; uçuk fiyatını görünce de İngiltere'deki bir Ebay satıcısından almış idim.


Şu plastik kılıfını açmaya çalışırken şırrakkk diye masamdaki koca kahve kupasına elimin tersiyle bi tane indirdim, klavyenin üzerine döküldü mis gibi kahve... Temizledim amma backspace'e basınca g çıkıyor, neden acaba???

Alet bayağı ele gelir, ağır oturaklı birşey. Bendeki 1.75 inçlik kedilere ve küçük köpeklere uygun olanı. Farklı boyları da mevcut bu Furminatörün.


Neyse ben bunu aldım akşamı akşam edip eve koştum, anneme gösterdim heyecanla, ayy bi kızıp parladı, "KEDİMİN BİR TEK KILINI KOPARTIRSAN SAÇLARINI YOLARIM" dedi ve bu işleme kesinlikle katılmayacağını bildirdi. Bu yüzden tarama sırasında fotoğraf çekemedim.

Bu aletle kediyi taramaya başladım, rahatsız olmadı, sesi de çıkmadı, ama pek yerinde de durmadığında azıcık uğraştırdı. Poposuna yaklaştırınca mikledi, istemedi, hele karnına hayatta sürdürmedi, ben de hiç ellemedim zaten , hassas bölgeleri onlar , ne diye canı yansın?

Ve taradıkça kedişin kılları ALTINDA birikmiş tüyler topak topak çıkmaya başladı, amanın. Kendi kılları duruyor, ama alttaki ince, evin içinde uçuşan koyu sarımsı tüyler adeta yumak yumak boşalıyordu, yani alet gerçekten işe yaradı, bi kova tüy çıktı dostlar. Herkese yetecek kadar kıllı baba tatlısı yapabiliriz yani ahahahah.


Kovayı görünce annemin Furminatör düşmanlığı anında sona erdi, bir dahaki sefere o tarayacak kedişi.

İşlemin sonunda kedicik gayet hayatından memnundu, kucağıma aldığımnda tişörtümde tüy görmeyince ben de memnun oldum, gerçekten %90 azalma oldu.


(tavşan gibi çıktığına bakmayın, çok güzeldir kendisi maşşallahh :)) )

13 Temmuz 2010 Salı

Yeni Türkçe kelimeler

Türk Dil Kurumundaki vatandaşlar yememiş, içmemiş, yeni Türkçe kelimeler türetmiş sevgili seyirciler. Bazıları bana çok zorlama geliyor ve onları asla kullanamayacağımı düşünüyorum. CD'ye yoğun teker diyen var mı, bilmek istiyorum.

Bakalım yeni kelimelere :

amblem - belirtke (ke ile bitenleri sevmiyorum, yerleşke filan)
anchorman - ana haber sun. (eh bu çok mantıklı)
aspiratör - emmeç (bu kelimeyi evde kullanamayız, sanmıyorum, anneeaa emmeçi açayım mı emmeliii gömmeliii derken kafana yersin güdümlü anne terliğini)
banliyö - yörekent (olmaz, tatil köyü ismi gibi, hatta bu isimde eminim vardır bir site)
bypass - köprüleme (bu mantıklı)
billboard - duyurumluk (tadımlık gibi... olmamış, kullanılmaz)
çip - yonga (bu zaten kullanılıyor sanırsam)
dart - oklama (olmazzz, oklama boklama diye dalga geçerler)
duayen - aksakal (Cümle içinde kullanalım : Adam tekstilin aksakalı... ııh olmaz)
ekspres - özel ulak (peki ekspres kurye ne oluyor, kurye ulak değil mi , amannn Hakkı Devrim değilim ki ben)
eküri - ahırdaş (ama bunu arkadaşlarımız için de kullanıyoruz nasıl olacak? )
gurme - tatbilir (böyle deyince bir çizgifilm karakterinin adı gibi oluyor, gurme amcamlar kullanmazlar herhalde bu kadar eğlenceli bi adıi karizmaları çizilir:))))
happy hour - indirim saatleri (hey bu çok güzel)
kapora - güvenmelik (yok anam yok, yüz yıllık kapora işte, hayatta değişmez)
klip - görümsetme (çok zorlama olmuş, kullanılmaz, müzik kanallarında "madonna'nın yeni yoğun tekerinden çıkarttığı ilk görümsetme ekranlarınızda" mı diyecek, Azeri Televizyasına döner ortalık)
light - yeğni (anlayan varsa beri gelsin, içsündüren deselermiş madem)
lot - tutam (eh... lot farkını nasıl anlatacağız, tutam tam karşılamıyor lotu sankim)
metroseksüel - bakımlı erkek  (yabancı dergilerden kopyala-yapıştır yapan bizim dergicilerin işi zorlaşacak:))
migren - yarım baş ağrısı (teallaammm, tamı yarımı çeyreği mi var bunun? yarım baş ağrım tuttu dese birisi size, delirdi herhalde diye düşünmez misiniz?)
navigasyon - yolbul (püahahahahah , Harry Potter'ın sihirli aletlerinden biri gibi olmuş)
ordövr - yemekaltı  (eh güzel, sigaraaltı oluyorsa bal gibi yemekaltı da olur)
panik - ürkü  (ııhhh)
prime time - altın saatler  (çok güzellll, ama biraz saçma = altın saatlerde Ezel 1.sıraya oturdu ... tuhaf)
raket - vuraç (yok ananın yanı)
reenkarnasyon - ruh göçü (mükemmel , ayrıca çok güzel bir kitap adı olurdu)
self-servis - seçal (eh olabilir)
sürpriz - şaşırtı (öff, olmaz)
terör - yıldırı (iki kere olmaz, çok zorlamışlar yahu)
tirbuşon - burgu (olamaz yani, ne burgusu, mantar çıkartaç desen daha iyiydi)
tribün - sekilik (sekilikte sektirirler adamı, hayatta da bu kelime kullanılmaz)
türbülans - burgaç (sayın yolcularımız uçağımız İtalya üzerinde burgaça girdi... desen uçakta infial çıkar yeminlen)
ultrason - yansılanım (öfff yok aga, kullanılmaz, aha bak bizim mahdumun yansılanımı demez kimse, kim buluyor bu kelimeleri yahu?)
voleybol - uçan top (yuuuhhhh en salak olanı bu sanırsam, çocuk oyunu gibin , uçan top şampiyonası olur mu hiç?)
zapping - geçgeç (bunu sanki daha önce de yazmışlardı.... zaten tv izlerken kanal değiştirmek isteyince "aman geç şunu" diyoruz değil mi?)

siz ne diyorsunuz, beğendiniz mi yeni kelimeleri dostlar?

11 Temmuz 2010 Pazar

Doktor kim??

Eskiden aksanına kurban olduğumun Dingiliz kardeşlerin kanalı BBC'yi ne zaman açsam ya Eastenders çıkardı karşıma ya da Doctor Who.Kırk yılın başında Lost Prince ya da Egypt gibi şahane bir drama ile de karşılaşırdınız. Bi de arada sırada yayınlanan kraliyet ailesinin herhangi bir üyesinin hayatını anlatan kısa kısa belgesellerin hastasıyım, itirafa gel.

İşte ben o zaman bu doktorun kıymetini bilememiş idim, ne zaman ki CNBC-e bu diziyi yayınlamaya başladı, ben de o zaman düzenli olarak izlemeye başladım, hatta bağımlı oldum diyebilirim.


Bu dizinin geçmişi eski, bizim Series 1'de izlediğimiz Christopher Eccleston aslında 9. doktormuş. Doktor bir Zaman Lordu. TARDIS isminde bir telefon kulübesi ile zamanda milyonlarca yıl ileri ya da istediği kadar geri gidiyor, galaksileri, evrenleri dolaşıyor, savaşları önleyip insan ırkını koruyor. Bu arada çeşitli mahlukat yaratıkla karşılaşıyor, dövüşüyor. Yanında da bir yol arkadaşı oluyor ki, şu anda bu arkadaş bizim evrenimizin ötesini görme aşkıyla yanıp tutuşan Rose Tyler .

9. doktorla Rose'un maceralarını bir sezon boyu izledik. Zaman Lordlarının en büyük düşmanı korkunç DALEK ile tanıştık. Sonra doktor değişiverdi. Meğersem bu Zaman Lordları ölecekleri zaman regeneration güçleri sayesinde yeni bir beden oluşturup yaşamaya devam ediyorlarmış.


Böylece yeni doktorumuz David Tennant ile Series 2 bu gece başladı. (BBC'de Series 5 bitmiş , David Tennant çoktan diziden ayrılmış, yeni doktor gelmiş tabii biz bunları yıllar sonra izleriz artık napalım)


Bu yeni Doktor iyi hoş da, ilk doktorun (aslında 9.)  tadı damağımda kalmıştı. Doktorla Rose arasındaki ilişki çok daha farklıydı, Doktorda bir kıyamama hali vardı, Rose onun gözünün bebeği idi... şimdi daha çok işin eğlencesinde bi vatandaşa benziyor.

Olsun yine de şapşahane bir dizi, kim istemez ki, gir  telefon kulübesine , vıjjjtttt , çıktığında bambaşka bir yerdesin, 5 milyon yıl sonraki bir gezegende kedi suratlı rahibelerden kaçıyorsun ya da yüz küsur sene geçmişe gidip Charles Dickens ile yemek yiyorsun. Seyahatlerde karşılaştığın tehlikeli türler sigorta kapsamında değil, onlar da eğlencenin bedeli oluyor.

Yani abuk sabuk, tuhaf görünmesine aldırmadan biraz izleyin bu diziyi, şaşırtıcı şekilde insanı kendine bağlıyor. Bilinmeyene seyahat olanağı sağlaması da cabası.

xo xo

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Cihangirde bir gece

İşteee yıllar sonra verdiğimiz sözü tuttuk ve güzeller güzeli arkadaşım Sinoshun doğumgünü içi Cihangir'deki 5.Kat isimli hoşafanj restorana gittik. (Yıllar önceki 5.Kat maceramızı buradan okuyabilirsiniz)

Mekan herzamanki gibi olağanüstü Boğaziçi manzarası, mor kadife perdeli, şıngırtılı şamdanlı Çetin Özder tadında dekorasyonuyla çok güzeldi.



Mönü sanırım geçmiş yıllar ile aynıydı, ama ben kızartma tabağı yerine bonfileli salata yedim bu sefer:) Yani gırtlağıma hakim olmuştum :


İşte bu azbuçuk etli, birkaç yapraklı salata tam 30 lira idi oyyyy, bi cocacola da 7,5 lira . Yani mekan güzel olsun , manzaraya bakayım parayı saçayım diyorsanız ben sizi tutmayayım buyurun gidin, evet çok güzel amma garsondan zeytinyağ istedik taa salata bitince getirdi... Atıştırma tabağından sonra yemeği getirmesi çok uzun sürdü filan... Bunları göze almak lazım giderken.

Ama bütün bunlar bizi bu gece hiç rahatsız etmedi, bol bol konuştuk, dedikodu yaptık, kahkahaları patlattık, o kadar eğlendik ki... Bi de Sino'ya üzerinde kocaman 30 rakamları olan bi pasta yaptırsaydık çok matrak olacaktı:)))


Gecenin sonunda kahvelerimizi içerken garson kardeşler Sino'nun tatlısına mum dikip getirmesinler mi, bir de Happy Birthday çalmasın mı? Keyfimizin üzerine şokella sürülmüş oldu.

Böylece büyüleyici İstanbul manzarası eşliğinde gecemizi tamamlayıp evlere dağılmış idik. Ben de Cihangir'den taksiye atladım. Adama yolu söyledim. böyle suratıma bakıyor dik dik... Sonra dedi ki, "siz yıllar önce Zaga'ya gidiyordunuz her hafta, Ortaklar Caddesinde, ben sizi eve götürüyordum çıkışta" amaaaannn 10 senelik mevzu nereden hatırlıyorsun arkadaşım? "simanız hiç değişmemiz sadece biraz kilo almışsınız" bak sen?? Böyle adamla muhabbet ede ede geldik, pes doğrusu dedim, ben bırak 10 küsur sene önceyi, geçen hafta gördüğüm insanları hatırlamıyorum, adamda fil hafızası mı var nedir? Taa evin kapısına kadar hatırladı , evlere şenlik.

Yarın sabah da kahvaltı organizasyonu var, o yüzden artık hemen yatmalıyım dostlar.

xo xo

8 Temmuz 2010 Perşembe

Toplamda, grekoromende ve de silkmede 1 kg daha zayıfım

Oh aman neyse! 2 haftada 1 gün diyetisyenimle karne günü yaşıyorum. Çizelgeni alıp gidiyorsun, abla ölçüp tartıyor, "hımmmm şu kadar vermişsin" ve ya "verememişsin" diyor. Korkunç. Benim kilo vermem yavaş gidiyor, 2 haftada 1 kilo gitmiş, normalde haftada 1 kilo gitmeli. Ben de "acaba artık yaş 30'u geçti ondan mı?" diye sordum,"hayır" dedi, adelesiz hamur gibi vücüdüm tiyet yapmaya alışkın olduğu için yavaş gidiyormuş, ama hızlanacakmış, sakın bırakmamalıymışım bi de akşam 6:30-7'de yemek yedikten sonra daha hiç bişey yememeliymişim. Ohhh. Kadın hırs yaptı, zayıflatacak beni, zaten arkasından psikopat diyoruz kendisine, bundan yıllar evvel Lady Charlotte ile beni incecik etmişti.


Bu hafta çok yoğun geçti, epey yoruldum. Çünkü koleksiyon haftasıydı, Fransa'ya 2011 Yaz koleksiyonunu gönderdim. Tekstil sektöründe çalışan herkesin bildiği üzere bu koleksiyonların vaktinde yetiştiği hiçbir zaman görülmemiştir. Mallar daima fabrikadan geç çıkar, akşamın körüne kadar koli yapmak, bazen uça uça havaalanına gidip kolileri teslim etmek gerekir. Hep bişeyler eksik olur, yok karton etiketi, yok sticker'ı ... Onları yapar biraz daha vakit kaybedersin, bazen ofise gelmiş olan kuryeye yalvar yakar olursun ki beş dakika beklesin de alsın koliler, amannnn. Tek amaç , numuneleri müşterinin satış toplantısına yetiştirip bol bol sipariş almasını sağlamaktır işte.


Ben koleksiyonu yolladıktan başka bir de dün fabrikaya gittim. İmalatın içinde olmak iyidir herzaman, işini daha çabuk halledersin. Mesela ben dün başka bir grup numunenin kesime alındığını gözlerimle gördüm:)) Ama fabrikadan çıkışımız geç oldu, 9'da Keşan'dan çıkında geceyarısı evde idik oy oyyy. Hala yorgunum ama nihayet postumu yazabildiğime de memnunum.

Bu haftasonu da Lady Charlotte'a kahvaltıya gidiyoruz. Bir de Pera Müzesinde Botero sergisine gitmeyi çok istiyorum. Yaşasın şişman kadınlar:))


xo xo

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Ölüm Yadigarları'nın teaser posteri yayınlandı

the-leaky-cauldron.org sitesi Ölüm Yadigarları'nın teaser posterini yayınladı

Herşey burada bitiyor yazan posterde,  alevler içinde kalmış , Hogwarts'ı görüyoruz ve gözlerimiz doluyor.

Tüm HP filmlerinin toplamında, en önemli kısım Hogwarts savaşı olacak, umarım hakkını vermişlerdir.




Büyü başlıyor yazan taa ilk filmin teaser posterine bakacak olursak, posterin bir döngüyü tamamladığını görüyoruz.


Draco Dormiens Nunquam Titillandus

xo xo

2 Temmuz 2010 Cuma

Bugün ne aldım? KILMATÖR aldım püahahaha

Bizim kedicik Haziran ayını resmen tüy boşaltarak geçirdi. Sanırım yılda iki kere böylesine tüy döküyor bu canım hayvancıklar. Afedersin donumuzdan bile kedi kılı çıkıyor o derece. Anneciğim sağolsun hergün zaten fırçalarken minik kaplanımızı, şimdi fırçalar günde iki postaya çıktı, bana mısın demedi, döktü de döktü yavrucak. Önce şu tüy toplayan yapışkanlı rulolardan  aldım, hani koli bantıyla üzerindeki iplikleri temizlersin ya (tekstil sektöründe çalışanlar çok iyi bilirler:) , onun asortik modeli. Bununla üstümü başımı temizledim , bi de bi kaç tur kediye de sürttüm püahaahahaha, ama tabii nafile, fazla işe yaramıyor ve çok pahalı, habire yedek rulo almak lazım geliyor.

Böylece ufak bir araştırmadan sonra şu aleti keşfettim : FURMINATOR Kedileri ve köpekleri tımarlayıp ölü tüylerinden kurtaran tıraş bıçağı gibi bi alet ama traş etmiyoruz, sanırsam koyun kırkar gibi kırkacağız bizim kediyi ahahahah.

Akıllı bi vatandaş bu cihazı Türkiye'ye getirmiş, 90 Liradan satıyor. Yuh! Ayıp birşey ama. Ben de biliyorsunuz internetten yurtdışından alışverişten gocunmam. (Param varsa) Ama kedim de kıymetli, onun iyiliği için masraftan kaçılmaz. Ebay.co.uk'den hemen aradım ve kargo dahil bizim paramızla 22 Liraya Furminatörümü aldım.

Bakalım Kılmatörümüz gelsin, kediş memnun kalırsa ben sizi haberdar ederim:))

xo xo

1 Temmuz 2010 Perşembe

Sıkıcı, kabız ve bulamadığım tüm diğer sıfatları hakeden bir film ECLIPSE

İşte bütün gün saatleri saydık, akşam olduğunda hepimiz tüm dünya ile aynı anda TUTULMA'yı izlemek üzere Profilo AFM'de buluştuk. Çıtır hindili salatalarımızı yedik, kahvelerimizi içtik. Artık aylar süren bekleyiş sona ermişti, sadece dakikalar kalmıştı Tutulma'ya. Gittik sinemanın kapısına dayandık, ben şamata yaptım "açın kapıları açınn edvırtı göreceğimm" diye bağırdım, bol bol güldük. Sonunda salona doluştuk ve film başladı.




Film Victoria'nın dönüştürdüğü çipil gözlü Riley newbornu ile başladı. Bu bile tuhaf değil mi, Eclipse gibi bi filmin açılışını neden 3. sınıf karakterle yapıyorsun? Sonra çayırda bizimkileri gördük. Edward KABIZ OLMUŞ GİBİ IKINARAK konuşuyor, Bella hiç değişmeyen surat ifadesi ve monoton ses tonuyla ona eşlik ediyordu. Neyse o moron gibi kafasını sallayıp gözlerini kırpıştırması hastalığı geçmiş en azından. Ama karının suratında bütün film bir tek mimik göremedik. Tek bir ifade ile filmi tamamladı hatun.

İşte Victoria Seattle'da bir newborn vampirler ordusu kuruyordu, Edvırt Bella'yı korumak için annesinin yanına kaçırdı, sonra geri geldiler, Jacob bunları karşıladı, Bella "vay bana neden söylemedin" diye Edvırt'a köpek çekti,  atladı Jake'in arkasına , zavallı kabız edvırt'ı yırtık çorabımdan fırlayan başparmağım gibi bıraktı, siktir oldu kızıldereli köyüne gitti. Burada Third Wife hikayesi geçti kısaca. Bu bi iki sahne fena değildi. Sonra newbornlar Bella'nın kazağını çaldılar , koklamak için. Jacob Bella'yı öptü, Bella ona bi yumruk attı elini kırdı. Newborn army bunların kasabaya gelince, Bella'yı korumak için dağa kaçırdılar. Burada Bella ne hissettiğini anlamak için Jacob'ı uzuuun uzun öptü. Sonra işte bi halt olmadı, bir kaç kare iyi vampir ve kurtadamlar versus kötü fimpirler savaşı izledik, azıcıcık hareketlendi film. Nihayetinde Edvırt nal kadar elmas yüzüğü taktı Bella'ya film bitti. Biz göt olmuş şekilde kaldık.

Çok hayal kırıklığına uğradım, o kadar sıkıcıydı ki film!. Edward'ın sürekli kabız olmuş gibi ıkınarak konuşması mı desem, Bella'nın o bomboş manasız suratı mı? Sonra filmde müzik çok az kullanılmıştı, halbuki diğer filmlerin en güçlü yanı soundtrackleri idi. Bomboş bir sessizlik üzerine kitabın özetini geçti piçler. Edward'ın saçı her sahnede değişti , yukarı kalktı, yana ayrıldı, önüne düştü???? Ayrıca favorileri çıkmış, gözlerinin etrafı kırışmıştı bu vampir olacak sümsüğün. Çok yakışıklı olan Jasper ise 5. sınıf gençlik filmlerindeki küçük Emrah gibi kasıldı da kasıldı. Yan yan konuştu (güneyli aksanı yapmışmış, götüm!) Jasper'in flashback sahnesi hoştu. Filmde tek beğendiğim oyuncu NIKKI REED oldu. Rosalie'nin flashback'i de iyi kotarılmış ama çok kısaydı. Gereksiz gereksiz newborn sahnesi dolduracağına filme bu flashbackleri az daha uzataydın David Slade! Ondan sonracığıma, sinema salonundan dolayı mı, yoksa yönetmenin el kamerası kullanmasından mı , o görüntü azer bülbül gibi titredi de titredi... Filmin renk skalası sürekli değişti, ilk filmde mavi, ikinci filmde sarı olan renkler, üçüncü filmde toplanıp kombine yaptılar, griden maviye, beyazdan sarıya filmin tonu değişti durdu ki buradaki mantık beni aştı. Hele dağ başında çekilen son sahnede de ortalık bi capcanlı rinso beyazı bi ışığa büründü. Bi de vampirlerin hızlı hareket edişlerini gerçekten o kadar hızlı gösterdiler ki o sahnelerden hiçbir şey anlamadık. Bella'nın peruğu da tam embesil gibiydi.

Daha ne diyeyim bilemiyorum, çok büyük hayal kırıklığı yaşadım. Filmi resmen bitse de gitsek şu kabız film düşüncesi ile izledim. Bilmiyorum belki ilk iki film de bu kadar fenaydı ama kitapların gazıyla heyecanlanıp izlemiştik. Bu film bana hiç zevk vermedi, biz aylarca bunun için mi bekledik? Kabız Edward, ölü balık bakışlı Bella, saçları strawberry blonde'a dönmüş fare suratlı Carlisle, güya olağan dışı güzel olmaları gerekirken
nedense robocop gibi giyinip götüme benzeyen Cullenlar... Olmamış , otur sıfır diyor, Summit'e dilimi çıkartıyorum ppffftttttt .

xo xo