29 Nisan 2012 Pazar

Kate İş Başında

Bugün 29 Nisan, yani William ve Kate'in birinci evlilik yıldönümleri. Bugünün şerefine Düşes Kate'in geçen haftaki kraliyet görevlerine bir göz atalım. Bakalım genç düşes ne giymiş,ne çıkartmış, nerelere gitmiş?

Geçen seneki düğünü buradan tekrar okuyabilirsiniz:)

Keltoroş çüküprens William ile karıcığı Kate önce Afrika Kedileri isimli bir belgeselin prömiyerine katıldılar. William Kate'e evlenme teklifini Kenya'da yaptığı için çiftimiz özel bir değer veriyormuş Afrika'ya.

Bu gece için Kate turkuvaz taşlarla süslü gri bir elbise giydi. Ben önceden prömiyer filan diye okuyunca uzun tuvaletli bir kırmızı halı olayı sanmıştım ama değilmiş meğersem.






Gördüğünüz gibi koskoca prense şemsiye taşıtıyor bizim Kate, tebrik koyuyoruz kendisine:)

Elbiseye gelince neyse şükür az buçuk taşlarla renklendirilmiş olsa da, Kate'in sapsade kılıklarından biri.

Galanın ardından Will ve Kate bir kaşif derneğinin başarılarını kutlamak için düzenlenen resepsiyona katıldılar. Kate resepsiyona lacivert tüvit etek-ceket takımıyla katıldı.




Saçlarından pek görünmüyor ama çok güzel bir gelincik broş takmıştı Kate ceketine




Ve nihayet dinamik ikilimiz Imperial War Museum resepsiyonuna katıldılar. Kate bu sefer dümdüz, basit bir koyu gri elbise giymişti. Allahıma şükürler olsun saçlarını toplamıştı bu sefer. Belki de elbisenin dümdüzlüğünden sıkılmış olacak, beline Alexander McQueen kemer, kulaklarına altın küpeler takmıştı.





Yanlış görmediysem bu 3 ziyaretin üçünde de Prens William aynı takımı giymişti:))

Kate'in bu haftaki performansını beğendiniz mi? Evetse neden? Hayırsa niçin?

xo xo

28 Nisan 2012 Cumartesi

Yoğurt Bulamazsak Köfte Yeriz

23 Nisan güzel bir tatil günü idi, ilginçtir yağmur yağmadı, gösteri yapan ufaklıklar üşüyüp titremediler bu sene.

Biz de Lady Charlotte ile aman pek güzel bir plan yapmış idik. Eminönü'nden kalkan Boğaz turu vapuruna binip Kanlıca'ya gidecek, şekerli yoğurt yiyecek idik. Epey hevesle hazırlanıp Eminönü'nde buluştuk. Lady Charlotte yollar kapalı olur diye erken gelmişti. Yollar açıktı ama otoparklar ağzına kadar doluydu dostlar, 45 dakika otopark sırası bekledikten; otopark kuyruğuna yandan kaynak olan şerrrrefsizlerle kavgalar ettikten sonra; arabayı İspark'a 2 saatliğine bırakabileceğimizi öğrendik ...  Yani o püfür püfür havada vapura binip lacivert Boğaz sularında düt düt gezemeyecektik.

Üzüntüden mosmor halde bari Sultanahmet'e çıkalım diye düşündük. Aslında ikimiz de eve gidip giysilerimizle yatağa atlayıp hüngür hüngür ağlamak istiyorduk:)) Heyhat! Ayağımızı sürüyerek Sultanahmet'e tırmandık. Kaldırımlarda iğne atsan yere düşmez, kalabalık, herkes sokaklara atmış kendini... Mangalını kapan Gülhane'ye koşuyor evlere şenlik:)) Bir de Soğukçeşme'den tırmandık dimdirik yokuştan:) Poflayarak meydana geldiğimizde ne görelim? Tarihi Sultanahmet Köftecisi önünde 2 kilometre kuyruk olmuş. Yaleppim bütün günümüz kuyruklarda mı geçecek diye isyan edip ilk gördüğümüz yere oturduk. Sultan Pub idi galiba hani köşede, geleni geçeni izlediğin hoş bir cafe-restoran.



Tabii buraya kadar gelmişken köfte yememek olmaz. Madem Kanlıca yoğurdundan olduk bari Sultanahmet köftesi yiyelim diyerek köftelerimizi sipariş ettik. Çok da lezzetli çıktı köfteler ağzınıza layık, sulu sulu:) Yer yemez de hemen kalkıp yuvarlanarak Sirkeci'ye indik, arabayı alıp Taksim'e, alışık olduğumuz bildiğimiz mekanımıza geldik dostlar:))

Kendimizi Midpoint'e attık ama moralimiz bozuuuk, hevesimiz kaçmıışş... Kahve bile içesimiz yoktu, şöyle soğuk birşey olsa dedik ve Hare Türk Kahvesi Likörlü Vanilyalı Dondurmalı Milkshake'i denemeye karar verdik.



Gadanallah bu ne muhteşem bir içecekti dostlar? Bu yaz favorimiz olacak kesin. Hem likör hem dondurma hem türk kahvesi muhteşem tad geçişmesi ile enfes bir karışım meydana getirmiş... Bayıldık!

Soğuk kahveden sonra bu sefer de içimiz üşüdü diye birer çay içtik. Ondan sonra da yarın iş var diye evlere dağıldık.

Eve gelirken Arnavutköy tarafından yürüdüm ki yol uzasın, içtiğim şekerli şeyi yakayım biraz. Ne zamandır da burada THE END diye bir dükkan görüyordum, baktım vitrine koskocaman R2D2 oyuncağı koymuş. Esti aklıma daldım içeri. Meğersem hani Bahariye'deki filmci The End var ya, aynısıymış bu, kardeş mağazasıymış. Burnumun dibinde The End varmış dostlar ne sevindim anlatamam.

Neyse işte R2'nun fiyatını sordum, 850 TL dedi videocu... Filmler kaça dedim, 4 TL dedi, film alıp çıktım ben de:)))

Bu hafta başkaca kayda değer birşey olmadı. Kate Alertlerimiz var, onları da yarın öbürgün yayınlarım:) Bugün için tek arzum Sultanı Öldürmek'i okuyup bitirmek... Yapıştı kaldı elime kitap.

xo xo

22 Nisan 2012 Pazar

Rembrandt Sergisi ve Terkos Pasajı Ganimetleri

Dün sabah İstanbul'a deli gibi yağmur bastırmıştı. Amaan dedim ne güzel gezecektik bu yağmur ne? Bildiğin sel aktı mahalleden... Neyse öğlen hava açtı, biz de Lady Charlotte ile Sabancı Müzesindeki "Rembrant Ve Çağdaşları" sergisine gittik.

Klasik yağlıboya tablolar yüzyıllar öncesinin zengin Amsterdan burjuvalarını olduğu kadar gündelik hayatı ve Hollanda'nın doğa manzaralarını da anlatıyordu. Beğendik. Sanatın moderni yerine klasiğini her zaman tercih etmişizdir zaten.






elbisedeki detayları sevdik


yemeğini kedisiyle paylaşan kadın

gömleğin kollarına bayıldık


kıyafete hayran olduk

Ama bizi en çok etkileyen ve ağzımızı açık bırakan eserler, alt kattaki tuval üzerine mürekkep ile yapılmış deniz manzaraları oldu:



Bunlar kocaman tablolar ve sanatçı Willem van de Velde; bunları mürekkepli kalemle taramalar yaparak meydana getirmiş. Minicik bir karikatürün taramasını yapmak bile ne kadar uzun sürüyor, bu tabloları kimbilir ne kadar zamanda bitirmiştir? Hayran kaldık.

Galeride aynı zamanda Tanzimattan Cumhuriyete Türk Resmi sergisi de bulunmakta idi. Şeker Ahmet Paşa'dan İbrahim Çallı'ya klasik Türk resimlerini görmek hoştu. En çok sevdiğimiz tablo ise 1940'ların Taksim Meydanını betimleyen eser oldu :



Bakınız Taksim Meydanı yeşillikler içinde, şapkalı pek şık hanımlar rahatça geziniyorlar. Meydan pek derli toplu ve sıcak görünüyor. Ah nasıl beğendim bu tabloyu anlatamam.

Sergiden çıkınca restoranda oturup birer kahve içtik. Sonra da dışarıda bir bank bulup müzenin manzarasının tadını çıkarttık. Güneş tepemizde parlar, Boğaz en lacivert haliyle önümüzden akarken; karşı tepelerde mosmor açan erguvanlar; İstanbul'un eşssiz güzelliğinin asla kaybolmayacağını müjdeliyordu adeta.





Günün sürprizi: Lady Charlotte dövme yaptırdı, hem de sahici:

The Girl With The Bird Tattoo

 Lady Charlotte'ın gözünden Miss Judy :

En sevdiğim fotoğrafım oldu bu
Müzeden çıkıp Lady Charlotte'ın arabasına atladık ve doğal mekanımız Taksim'e geldik. Açlıktan ağzımız koktuğu için önce Midpoint'e oturup bir güzel yemek yedik. Ben burger mi yesem diye düşünürken Lady Charlotte fajita önerdi. Bizim masamızda biri fajita yerse diğeri de daima ona uyar yoksa çok fena kokuyor namussuz:)) O yüzden ikimiz de fajitaya gömüldük, pek iyi oldu, aç karımız doydu:))



Yemekten sonra restoranın da sıcaklığıyla bize bir ağırlık çöktü sormayın. Kalkıp biraz yürüdük. Bershka'ya bakıp kendimizi Terkos pasajına attık. Lady Charlotte ile Zekish geçen hafta buradan denim gömlek almışlardı hatırlarsanız. Aynısından ben de aldım, çok güzeldi:

Denim gömlek 35 TL

Gömleğin içine de gençliğimde en sevdiğim grup olan Guns N Roses logolu tişört aldım:

Guns N Roses baskılı tişört 10 TL

Bir tane de çok şirin Miki Fareli baskılı tişört kaptım:

Mickey ve Minnie baskılı tişört 10 TL

İstiklalde biraz daha yürüdükten sonra kalabalıktan bunalıp kendimizi Ara Kafeye attık. Galiba çok fazla turist vardı, her zamankinden daha kalabalık geldi bana cadde. Ara Kafede kahvelerimizi içtikten sonra da artık ayaklarımız gezmekten ağrımış vaziyette evlere dağıldık:)

Yarın da iş olmadığı için bugün Pazar akşamı bunalımı yaşamayacağız, aksine bu gece Behzat amirimin düğünü var, içip içip coşacağız:))

Bakalım yarın da nereleri gezeceğiz?

İyi tatiller dostlar

xo xo

18 Nisan 2012 Çarşamba

Öyle bir bok yedim ki

Bildiğiniz gibi değil dostlar. Zaten blogun halinden anlamışsınızdır ne naneler karıştırdığımı.

Olaylar şöyle gelişti. Über akıllı süper sikimsonik telefonumla ilk gecemizi geçirmiş, Pazar günü rehaveti içinde yuvarlanıyor idik:) Kendisini minik kelebek dokunuşlarıyla mıncıklıyor; ufak ufak gıdıklıyordum. Bir de baktım galeri dolmuş taşmış. Sandım ki, internette dolaşıyorum ya, gezdiğim sayfalardaki fotoları telefon galeriye atmış. Hani geçici internet dosyası gibi. Amaaann bu ne be, boşuna hafızamı doldurmasın bu fotoşlar deyip tek bir parmak hareketiyle cırrrrttt diye hepsini siliverdim. Pıt diye, bu kadar basit.

Sonra rahat rahat Behzat amirimi seyrettim, yatıp uyudum. Sabah da paşalar gibi 8:30'a kadar uyumuşum, babam kapıları yumruklayarak uyandırdı:)) Ben Nokia kullanıyordum ya, gece kapatıyordum, sabah alarmı çalıyordu. Meğersem androidlerde, ayfonlarda öyle değilmiş dostlar. Bu telefon açık değilse alarmı da çalmıyormuş. Bunu da kolll gibi taksi parası ödeyerek acı bir şekilde öğrenmiş oldum. Ama daha öğrenecek çok şey vardı ah ah evladım.


Pazartesi günü ofiste evlere şenlik mikemmel telefonumdan maillere bakıyor, tvitlerle coşuyordum ki o ne? Herkes blogdaki fotoğrafların görünmediğinden şikayetçi. Blogum pek kıymetli, 7yazıyoruz şurada. Bir şey olursa meraklanıyorum. Hemen açtım baktım, o da ne??? Blog kapkara kutucuklarla kaplı. Bir zamanlar fotoğraf olan her yer, buna arka plan bile dahil, kapkara bir kutucuk olmuş. Rtük sansürlemiş sankim blogu???

Aradım taradım, önce blogger'da sorun vardır dedim ama yok, tek sorun bende... Sonra çaaat aklım başıma geldi. Meğersem ben telefonu google hesabımla kullanıyorum ya, benim picasa'ya yüklenmiş fotolarımı (yani yıllar boyu özenle seçip, araştırıp, bulup edip bloga yüklediğim yüzlerce fotoğraf) senkronize etmiş manyak. Galeriye picasa'daki fotoları eklemiş. Ben de caaarrttttt diye silivermişim, yıllar boyu bloga yüklediğim sayısız fotoyu.

Elden ne gelir, eşşeklik bende, İyice araştırıp öğrenmeden cihazı mıncıklarsan al böyle sulu sulu sıçarsın işte! Ne yapayım, kös kös eve geldim. Gelirken de bir tane dede modeli çalarsaat aldım kendime. Ulan son teknoloji telefon tablet kullan, en eski model çalarsaate kurban ol sonra. Ben bu kaderin dibine tüküreyim:)) Ama telefonumu gece açık bırakmak istemiyorum işte.

Sonra gece boyu blogun arka planını, son yazıların fotoğraflarını tekrar yükledim. Gözlerim önüme aktı, kalan 1300 tane yazının 2000 tane fotosunu tekrar nasıl bulup edip geri yüklerim bilmiyorum. Ama blogumda o kara kutucuklara dayanamam. Artık yavaş yavaş düzelteceğim.

Sabah da o melün saat öyle bir çaldı ki yataktan uçarak kalktım tövbeler olsun yarabbim, susturamadım uğursuz şeyi bir türlü:)) Arkada ufacık bi düğmesi var, Çin malı kıytırık saat işte, sabahın karanlığında o düğmeyi bulamadım, kapatamadım ayyy bütün ev ayağa kalkacak diye ödüm patladı dostlar. Saate sarılıp susturmaya bile çalıştım, nihayet düğmesini dürttüm de sustu sümüklü saat:))

İşte böyle dostlar. Bakın şu perükamın başına gelenlere ya. Ama telefonuma kızmıyorum, o kadar müthiş, akıllı ve güzel ki:) O ne yapsındı yani?

xo xo

15 Nisan 2012 Pazar

Vincent ve Ben

Bu haftasonu harikaydı dostlar. Cumartesi sabahı kediyi fürminatör ile yolmuş sonra da mayışık mayışık oturmuş üşenmesem, ben de saçımı kestirsem diye düşünürken Lady Charlotte arayıp Van Gogh Alive'a gideceğimizi bildirdi. Amanın hemen giyinip süslenip evden dışarı attım kendimi. Tam lodos havası var idi, boğucu, bol nemli... Şu benim ara mahalledeki döküntü kuaförüme geldim. O saatte mahalle ablaları doluşmuşlar salona, saçlarına ne olduğunu anlamadığım bazı işlemler yaptırıyorlardı:) Yarım saat bekledim, sonra kuaförüm kuşum Aydın saçımın kütünü biraz daha kütleştirip kaküllerimi düzeltti, pek güzel oldu. Tabii bu esnada bir yarım saat daha geçtiği için kuaförden koşarak çıkıp taksiye atladım.

İstanbullu olunca malum insan cins cins taksi şöförü ile karşılaşıyor kısacık ömrümde. Gelgelelim ben hayatımda bu kadar maganda, hanzo bir taksi şöförü görmemiştim dostlar! Herif kolunu koltuğa dayadı, fanfinisi aradı, bütün yol bağıra bağıra konuştu, tek eliyle arabayı kullanmaya çalışıyor bu esnada. En fenası da ağzında papuç kadar jiklet, şak şak jiklet çiğniyor haspam ya, bi de kafasını pencereden çıkartıp tükürdü ahahaha, ulan dedim acaba kamera şakası mı, beni mi yiyorlar, gerçek olamaz bu:))

Antrepoya vardığımda Lady Charlotte ve Zekish çoktan gelip biletleri almışlar, beni bekliyorlardı. Fazla oyalanmadan senenin en merak uyandırıcı sergisine girdik.



Sergi alanı dev ekranlarla kaplanmış, bu ekranlara Vincent'ın tabloları yansıtılıyor, ama her ekranda tablonun ayrı bir kısmı var ve bir anda kendinizi resimlerle çevrelenmiş buluyorsunuz. Bazı resimleri animasyonlarla canlandırmışlar, kuşlar uçuyor, tren geçiyor... Nefis klasik müzik bu olağanüstü renklere eşlik ediyor... Biz önce alanda yürüyüp ekranlara baktık ama sonra oturup karşımızdan görüntülerin geçmesini izledik. Harikuladeydi. Vincent'ı, renkleri, sarıyı, güneşi sevenler kaçırmasın Van Gogh Alive sergisini.











Mesela Vincent'ın odasnı gösteren meşhur tablonun öğelerinin birer birer ekrana yansımasına bayıldık.

Önce duvarlar



Sonra masa ve iskemle


ve nihayet kaçınılmaz olarak ayçiçekleri


Aslında tablolar, görüntüler, mektuplar; hepsi Vincent'ın kısacık trajik hayatını anlatıyorlardı. Finalde Requiem eşliğinde onlarca Vincent görüntüsü ile çevrelenince çok duygulandım.



İkinci kere izlerken sadece tek ekrana odaklanıp Vincent'ın o muazzam renklerini, o minik minik darbelerle boyadığı eşsiz desenlerini yakalamaya çalıştım.


























Büyülenmiş halde sergiden çıkınca kendimizi serginin mağazasına attık tabii :)) Güzel bir uygulama yapmışlar. Yeşil ekran önünde fotoğraf çektiriyorsunuz, sonra sizi Vincent'ın bir tablosunun içine yerleştirip fotoğrafınızı basıyorlar:)) Çok eğlenceliydi:)



Fotoğraflarla beraber 3 tane kitap ayracı aldım ama kitap almadım. Theo'ya Mektuplar'ı istemiştim, nasılsa Taksim'e çıkacağız, oradan YKY'den indirimli alırız dedik.

Dışarı çıktığımızda lodos havası patlamış, kovadan boşanırcasına sağanak yağıyordu. Bütün hafta ofiste bilgisayar karşısında sararıp sol, sonra haftasonu tam hava alacakken yağmur yağsın ne acıklı değil mi dostlar? Ne yapalım keyfimizi bozmadan Taksim'e gittik. Otoparktan çıktığımızda artık gözgözü görmüyordu, muson yağmuru inmişti resmen İstanbul'a maşallah. Biz de zibidi gibiyiz... Tam o esnada şu dandirik şemsiyelerden satan bi amca belirdi yokluğun içinden ahahah:)) O adi şemsiyelere 10'ar tele bayılıp birer tane aldık ve İstiklal'e yürüdük. Lady Charlotte ile Zekish Terkos pasajına gittiler, ben deeee kendime Samsung Galaxy Note almaya gittim heeeyy:)) Artık benim de kocaman tablet-telefon melezi süpersonik bir telefonum var idi çok sevinçliyim dostlar. Şimdi gelsin Angry Birds gitsin Instagram:))
Telefonu alıp buluşma noktamız Midpoint'e döndüğümde ayağımdaki deri Hotiç çizmeler leğene dönmüş, sıcaktan ben de ter boşaltıyor idim. Collezione'ye daldım, hemen beyaz bir atlet, pembe çizgili bir tişört, bir çift mavi çorap aldım. Telefonu kredi kartına geçirdiğim için banka ödül puanı vermiş sağolsun, aldıklarımı puanla ödedim. Midpoint'e geçip tuvalette üzerimi değiştirdim ahahah, bunu yapınca da kendimi Lisbeth Salander zannediyorum nedense:)) Mükemmel bir zamanlama ile Lady Charlotte ile Zekish de gelmişlerdi bu sırada. Terkos'dan epey ganimet indirmişler, denim gömlekler almışlar. Giderseniz siz de bakın gençler:)

Midpoint'de yemek yiyip Galaxy Note ile oynadık, ekrana resimler çizdik, fotoğraflar çektik, uygulama indirdik, her yanını mıncıkladık aletin:) Pek güzel, pek ince, pek hızlı pil yiyor:) Akşam olup hava karardığında da evlere dağılmaya karar verdik. Ama önce YKY'ye uğramayı ihmal etmeden.. Burası benim nazarımda İstiklal Caddesinin ayrılmaz bir parçası artık, Emek Sineması gibi... YKY'den Theo'ya Mektuplar'ı alacaktım sadece ama Afrikalı Leo'yu da alasım geldi. Bir de Zekish'in tavsiyesi Deli Kadın Hikayeleri aldık. Her birinin içinde kendi özel ayraçları olması bu YKY'den kitap edinmenin en güzel tarafı olsa gerekti.


Bu dolu dolu günün sonunda otobüse binip eve geldim, sabahın dördüne kadar yeni oyuncağımı kurcaladım. Bugün de bol bol kitap okumayı hayal ediyorum. Euphoric'in dediği gibi, ne güzel gün:)

Çalışan dostlara kola gelsin (hüüü minik Gizo), ofis kuşları bizler için de enerji dolup yeni hafta için silahlarımızı donanacağımız nefis bir Pazar olsun.

xo xo