Selam dostlar.
Haftasonu Kırklarelili canım arkadaşım Çiğdem'in ve ailesinin misafiri olarak şahane bir gezi yaptım. Cuma pek dertli, üzgün, kızgındım. Cumartesi yola çıkınca dertler tasalar hepsi arkada kaldı, yemyeşil bir memlekete gidince herşey unutuldu.
Kırklareli'ye vardığımızda hava kapalıydı, rüzgarlıydı. Çito'nun ailesi Karahıdır köyünde yaşıyor, ferah, aydınlık ve binlerce çiçekler rengarenk dolu bu güzelim evde dinlenip zeytinli ekmek yedik önce.
Çitonun annesi Ümran teyze bize güveçte kurufasulye pişirmiş, tepsi tepsi mantı yapmış. Ah o kurru fasülyeyi yiyemedik, ona yanarım.
Mantıları yuttuktan sonra , havaya boşverip DUPNİSA MAĞARASI'na doğru yola çıktık. Kırklarelinden araba ile 45 dakika sürmüştür herhalde. Yol boyu manzara olağanüstü idi. Oralar zaten tarlalık, ekinler uzamış, yemyeşil dalgalanıyori tarlalar kankırmızı gelinciklerle bezeli, kenarlarda kucak kucak papatyalar. Bazen gözalabildiğine bir kır, ortada tek bir ağaç. İnanılmaz şiirsel, ama aynı zamanda güçlü, yabani bir güzellik.
Ama Dupnisa'ya giden yol bambaşka birşeydi. Yağmur altında dağlar, yemyeşil dev ağaçlarla bezeli, kendimi Washington Forks'da sandım vallaha, parıldayan bi fimpir görürürüm sandım hahahaah.
Dağların arasında, bir iki ufak köy geçip Dupnisa'ya ulaştık. Giriş ücretli diyordu ammaa , oralarda para isteyen kimsecikler yok idi.
Şu aşşşağıdaki resmi büyütüp mağaranın özelliklerini okursunuz dostlar:))) Mağara bilmem kaç milyon yıllıkmış ve oluşmaya da devam ediyormuş, o yüzden mağaraya yapılan yürüme yolu ve ışıklar mağara oluşumuna zarar veriyormuş diyorlar.
Mağaranın girişi bildiğin bir patika, kayalık tepenin kenarında keçi gibi hoplaya zıplaya yürümen gerekiyor.
Mağaranın içine girince ağzım açık kaldı. Sulu kısımdan girmiştik ve buz gibiydi mağara. Sular aka aka travertenler gibi enteresan oluşumlar meydana çıkmış ve dağın içinde bu inanılmaz mağara meydana gelmiş. Arada pırpır uçan yarasalar da cabası.
Sulu bölümlerden sonra tam 270 tane merdiven tırmanıp üst salona çıkıyorsunuz. Gerçekten bu kadar süre kapkaranlık bir ortamda ve bilmem kaç ton toprağın dağın altında olduğumuzu düşününce insan ürperiyor!
Zirveye varıp mağaradan çıkınca şu manzara ile karşılaştık :
Böylece mağaraya geri girip bu sefer aşağı indik ve arabaya doluşup şehir merkezine geri döndük. Bu arada mevsim değişmiş, o kalın bulutlar kaybolmuş, güneş parıldıyor idi. Biz de baraj kenarındaki piknik alanına gittik ama hava çok rüzgarlıydı, biraz manzara izleyip kırlara bayırlara geri döndük.
Eve döndüğümüzde haşhaşlı tatlılarla yorgunluk attık, ağzınıza layık idi haşhaşlar:))) Sonra da seradaki renk cümbüşünde kendimizden geçtik. Allahımmm, bahçede yürüyen böceklerin ayak sesleri duyuluyor, bi tane araba, korna sesi, bağıran kavga eden insan yok, sonsuz huzura kavuşmuştuk dostlar.
Hava kararınca süslenip püslenip Kırklarelinin meşhur GÖR BENİ AL BENİ caddesinde piyasa yapmaya gittik dostlar. (İstasyon olsa gerek orası) Tabii biz İstanbul insanları haldır haldır yürüyor idik , halbuki ağırdan salınarak yürüyeceksin ki , hem vakit geçsin, hem görüp beğensinler:)))) Çünkü minicik şehirde yapacak başka bişey yok:))
Piyasamızı da yaptıktan sonra Lokal'e gidip bira içip canlı müzik dinledik, Umut mu ne çocuğun adı, hem gitar çalan hem şarkı söyleyen çemçük ağızlı oğlanı pek beğenirmiş buranın kızları:)))
Tam önümüzdeki masada evlere şenlik bir kalantorlar gurubu oturuyordu, enseler kat kat, yanlarında bi tane gencecik, zapzayıf kızcağız... Sonradan hepsi aynı renk sarı boyalı saçlı olgun teyzemler de geldi... Kalantorların biri hiç yerinde durmuyor, her şarkıda sahneye atlayıp allah ne verdiyse dans ediyordu. Bir ara yanımıza gelip "yanlış anlamayın karımla kızım" demez mi. Gadanallahh... Sonra başka bi kalantor kafasını bana uzatıp "hangi şarkıyı istiyorsunuz" didi, "fesüpanallahh" didim, çaldırdı herif şarkıyı, sonra da bana dönüp ÇAK yapmasın mı püahahaah. Tam ben alevli meyva tabağı bekliyordum, herif Çito'ya dönüp "üniversite öğrencisi misiniz" diye sormuş, o da "yoo gayet üniversite mezunu orta yaşlı insanlarız " diye yapıştırmış cevabı, herif mosmor oldu defoldu gitti , ama meyve tabağından da olduk ahahahaahahah.
Programdan sonra eve dönmeden de Seyfettin midir nedir oradan tükürük köftesi yedik dostlar amanınn amanıınnnnnnn ben ömrümde böyle köfte yemedim yemedimmm. Bu köfteyi yemeye Kırklareli'ne gidilir bakın bu oburella arkadaşınızı dinleyin.
Pazar sabahı sıcacık güneşli ama bol rüzgarlı havada Edirne'ye doğru yola çıktık. Aman ne minyatür, ne şirin, ne tarihi bir yermiş bu Edirne. Üstenlik capcanlı bir yer, küçük şehir ölgünlüğü yoktu burada.
Edirneye girişte önce Tunca ve Meriç nehirlerini geçip Meriç boyunda ağzınıza layık akıtmalı makıtmalı bi kahvaltı yaptık.
Sonra daa Lozan Anıtını görmeye Karaağaç beldesine gittik dostlar.
Yukarıdaki resimde arkamızda gördüğünüz anıt Lozan Anıtı oluyor. Ama çevresi anıttan daha güzel.Çünkü anıtı Karaağaç'daki tarihi tren istasyonu alanına kurmuşlar.
Heeyyyyyy işte Edirne'deyim
Tabii Lozan Antlaşmasına imzayı çakan İsmet Paşamızla da foto çekmeyi ihmal etmedik. Son günlerde kendisine yapılan büyük terbiyesizliklerden midem bulanıyor, bunu da yazmadan geçmek istemem.
Karaağaçtan dönüp Meriç kenarında oturduk ve ağlamadık tabii, bol bol foto çektik Nehirde fazla su yoktu, taşkın olduğunda köprülerin üzerinden akıyormuşsular.
.
Meriç boyu çay bahçeleri ile dolu, işte mesela Emirgan Çay Bahçesi
Nehir kenarındaki gezimiz bitince şehiriçine geri döndük. Selimiye Arastasınac girdik, (Şehşr bu arastalar ile bezeli, yani minik kapalı çarşılar) Mimar Sinanın şaheseri Selimiye Camisine bu arastadan girecektik.
Çarşıda bol bol şekerleme, peynir tatlıları, helvalar, aynalı süpürgeler (bu süpürgeler eskiden çeyizlere konurmuş, aynalı süpürgesi olmayan çeyiz eksik sayılırmış) , bir de Edirnenin kokulu sabunları satılıyor. Bu sabunlar rengarenk meyve şeklinde, çok gerçekçi yapıp boyamışlar, ama kokusu bana ağır geldi.
Selimiye Camisi şehre tepeden bakıyor, güzel bir meydan yapmışlar, meydanda Mimar Sinan'ın heykeli sanki bu ölümsüz eserini korumaya almış
Camide hoca okumaya devam ediyordu, o yüzden önce bahçesinde tavuskuşları gezen minik müzesini gezdik.
Sonra da camiye girip duacıklarımız ettik.
Selimiye'den çıkıp güzelim belediye binasının önünden yürüyüp 3 Şerefeli Camiiye gittik.
Bakınız belediye binası ne kadar güzeldi:
Üç Şerefeli Camii pek çok mimari özelliğ sahip bir cami, 4 minaresi de farklı farklı yapılmış. Ben en çok sarmal minareyi sevdim.
Bu camide de duacıklarımızı edip Ziraat Bankasının önüne indik, neden derseniz buradan kalkan
A numaralı minibüslere binip II.BAYAZID KÜLLİYESİ'ne gittik.
Burasını hatırlıyorum , ben çocukken Barış Manço'nun programında Barış Abiden dinlemiştim. Külliyenin Darüşşifa'sı önce hastane olarak çalışmış, sonradan hani şıkır şıkır su sesi, sazende ve hanendelerin musikisi ile delileri iyileştiriyormuş.
Darüşşifanın odalarına mankenler yerleştirip canlandırma ile bütün detayları göstermişler, başarılı olmuş, ama biraz korkutucu.
Külliyede ben de oraya tedaviye gelmiş fıttırık biri gibi görünüyordum sanırsam:)))
Dolmuşa tekrar binip nihayet yemek yemeğe çarşı içine geri döndük. Çarşısı çok güzel, hareketli cıvıl cıvıl Edirne'nin. Sıra sıra ciğerciler , köfteciler dolu...
Nihayet biz de köftemizi yedik, bi tabak da yaprak ciğer aldık, aman o kadar yorulmuşuz ki, bıraksanız küftecide uyurduk.
İşte bu küfteeee :
Bu ciğerrrr
Bu da ciğerin yanında gelen biberrrrr
Yemekten sonra Balaban'da hakiki sütten yapılma dondurmalarımızı alıp (1 top 75 kuruş) yalaya yalaya dolandık. Dondurma yerken dolaşmaktan da pek korkarım, illa biri çıkar "yavrum onu yalayacağına benimkini yala" diye laf atar :)))) Neyse bi yamuk olmadı da rahatça yalandık.
Dondurma faslından sonra sona bıraktığımız Ulu Camii'ye geldik.
Bu caminin içinde şahane kaligrafik yazılar vardı, çok etkilendim.
İşte Ulu Camii'den sonra da, arabaya doluşup İstanbul'a geri döndük. Amannn dönüş yolunda bütün o dertler geri döndü, o yüzden iyi ki gitmişim, iyi ki bu güzel şehirlerimizi görmüşüm, iki gün boyunca kesintisiz çok mutlu oldum. Canım Çitoma binlerce kere teşekkür etsem yetmez. İnşallah köprü altına gideceğiz beraber:)))
Memleketimiz de ne kadar güzel, ne kadar büyüleyici değil mi dostlar. Barış Abi'yi hatırladım hep Edirne'yi gezerken... Biz de inşallah güzel ülkemizi karış karış gezer, birer Çelebi oluruz dostlar.
xo xo