21 Eylül 2007 Cuma

Muhteşem ve de çılgın bir Paris macerası

Pazartesi akşamı karamsar bir havada şiirsel Paris kentine varmıştık, otelimiz Montparnasse bölgesinde Villa Montparnasse isimli eski ve sevimli bir yerdi. Böyle minik çiçekli duvarkağıtları, ceviz kaplamalı banyo ve de dolap kapakları ile gayet rüstik buldum oteli


Otelin civarında sıra sıra kafeler vardı, bunlardan birinde dana karpaçyo, sıcak sebze tabağı ve biftek tartar yedik, yani köfte şeklinde biftek. Hatta garson kız şoke oldu, hepsini siz mi yiyeceksiniz diye hahahayyttt . Sipariş verirken de karbonize olarak pişirmelerini istedik ki bu Fransızlar bize çiğ et yedirmesin.


Hava çok serindi ama kafede ısıtıcılar vardı. Yemeğin yanında içtiğimiz kırmızı şarapla da içimiz ısındı.



Ertesi sabah firmaya gidip bütün gün çalıştıktan sonra akşam ne yapacağımı düşünürken Patrick demesin mi, ben seni scooter'ımla bırakırım, Allaaaaaaa, yahu bilseydim etek giymezdim dostlarrr



Çantamı koltuğun altındaki bagaja koyup kafama yedek kaskı taktım, böyle bacaklarımı açarak Patrick'in arkasına yerleştim ve hareket ettik. Ay aklım başımdan uçtu yemin ederim, ayaklarımın ucundan taa mideme kadar heryanlarım dondu sayın seyirciler. Fakat bu ne kadar zevkli birşeydi? Motorun üzerinde Paris gecesi, her yer ışıl ışıl, Patrick geçtiğimiz yerlerin neresi olduğunu söylüyordu ama ben zaten hepsini biliyordum. Prenses Diana'nın kaza yaptığı geçidi ve oraya dikilmiş anıt önünde fotoğraf çektirenleri de gördük. Nihayet olgun güzel Eyfel, o baştan ayağa ışıklarıyla ne kadar harikulade , yaşlı, zarif, harika bir yapı.



Trocadero'dan bir tur atıp tam Eyfel'in karşısında güzelce ısıtılan hoş bir kafede bira içip patates kızartması yedik, hatta koleksiyonum için bardak altlığı bile çaldık, Patrick'in cep telefonundan Real Fiesta'ya baktık ve çok eğlendik, artık gece bitince de bir taksi aradık ama nanay, Paris'te hele de geceyarısı taksi bulmak imkansız dostlar. Bu yüzden Patrick beni yine motorla otele kadar götürmeye karar verdi ama önce kaybolduk sonra da otele tam 2 sokak kala scooter'ın motoru tekleyip duruverdi!!! Böylece hem ilk kez scooter'a binmiş hem de yolda kalmıştım ahahahahaha

Ben taksiyle otele döndüm, Patrick de başının çaresine bakmış bir şekilde, neyse o kadar üşümüştüm ki küveti kaynar suyla doldurdum ama Taner bey arayıp "hadi aşağıdayız seni dışarı çıkaracağız" diye arayınca hoop hemen koştum lobiye, böylece sabahın dördüne kadar Paris gecelerinde alemlere aktık sayın seyirciler. Sabaha karşı taksiyle otele dönerken, Zafer Takının altından Şanzelize'ye girip, o muhteşem Aleksandır köprüsünden diğer yakaya geçtik. Gerçekten Paris'e ve güzelliklerine doyduğumu hissettim.

Ertesi sabah serbesttim, bu yüzden sabahın sekizinde kalktım ve hemen metroya daldım, un karne sivuple diyerek biletlerimi aldım ve Cite'ye giden hatta atladım.

Notre Dame'ın etrafında bir tur atıp güneşli havanın tadını çıkarttım. Havada ayaz da vardı, insanı titretiyordu ama yine de parlak güneş altında heryer çok daha güzel görünmekteydi.


İşte Notre Dame'ın meşhur gargoyle canavarları :

Notre Dame'ın etrafından dönerek köprüyü geçtim ve Hotel de Ville'in önüne geldim. Buralar Paris'te en sevdiğim yerler sanırım. İşte tam karşımda Lady Charlotte ile yemek yediğimiz Paul vardı. Çünkü Rivoli'ye çıkmıştım, ben de vurdum aşağı Louvre'a doğru Rivoli'de yürüdüm, yürüdüm... Hımhım'a baktım ama birşey almadım, nasılsa London'da herşeyin feriştahı vardır.

Rivoli'den Louvre meydanına geçerek nehir kenarına indim, ooohh buradan tam bir Paris manzarası izleyebiliyordum. Manzaradan bıkınca Rivoli'den metroya binip Şanzelize'ye gittim.

Tabii Şanzelize'de yürümek için Şanzelize durağında değil Franklin Roosevelt durağında inmek gerek yoksa boş yere çok fazla yürümek zorunda kalıyorsunuz, Lady Charlotte bana öğretmişti bunu yuppiii. Böylece tam Disney dükkanının önünde metrodan çıkarak kendime şahane bir Ratatuy fincanı almıştım. Sephora'dan aldığım allık ve maskara ile de alışverişim tamamlanmıştı.

Zafer Takının dibindeki duraktan yine metroya inerek Abbesses'e gittim fakat yukarı çıkarken asansörü kaçırdığım için olacak şey değil 10 kat merdiven çıktım dostlar, kalbim çarptı ooff, çık çık bitmez, çık çık bitmez. Duvarları rengarenk boyamışlar ama çekilecek çile değil , resimlere kanmayıp asansöre binmek lazım.


Böylece minik Amelie'nin köyü Montmarte'a gelmiştim. İşte daracık sokaklar, şıkır şıkır dönmedolap, sıra sıra dizilmiş kafeler, üstünde Paris yazan envai çeşit (ve Çin malı olduğuna yemin edebileceğim) eşyalar satan minik dükkanları ile bohem ressamlar köyü Montmarte burası idi.
Etrafıma bakınmaktan bu sefer de bir yan sokaktan girdiğim için teleferiği kaçırmayayım mı ? Bu yüzden Sacre Coeur'e yürüyerek tırmandım da , bittim bittim oy aman off.
Tepeye çıkıp şehre şööyle bir yukarıdan baktıktan sonra Montmarte'ın arka sokaklarında dolandım, sokak ressamları kandırabildikleri tiplerin resimlerini çizip arkadaşları düdüklüyor, insanlar tembel tembel dolanıp ıvır zıvır satan mağazalara gutuluyorlardı hahahayy

Bu Monmarte'a bir de minik tren öpsün seni Zeki Müren koymuşlar, böyle kutu kutu dizilip o daracık sokaklarda çuf çuf geziyorsun, bir dahaki sefere Lady Charlotte ile geldiğimizde bineriz artık.

Montmarte köyünden de sıkılınca metroya atlayarak Concorde meydanına geldim. Buraya kocaman bir dönmedolap yerleştirmiş Londra'yı kıskanan Parizyenler hahahaha. Biz Lady Charlotte ile London dönmedolabına bineceğimize göre buna binmedim

Concorde meydanına gelmişken bir de bizim Tülieri'ye uğrayayım deyip parka girdim, çünkü burası Paris'te en sevdiğim parktır. O sarı tozlu yoldan yürüyüp havuz başına oturdum. Şakır şakır sular, parlak güneş, hafiften sararıp kızarmaya başlamış ağaçlar ve havuzda yüzen ördekleriyle bu park ne kadar güzeldi.

Böylece turum sona erip otele döndüm ve taksiye atlayarak firmaya çalışmaya gittim. Akşam Patrick bizi bir suşi fabrikasına götürdü. Hani böyle tabaklar bantın üzerinde dönüp dururken sen istediğini alıp yiyorsun oy oyyy. Suşileri arka arkaya götürüp değişik ne varsa denedim, tatlı olarak da minik güzelim makaronlar çok nefisti. Patrick bana Ladurée pastanesinin meşhur makaronlarından yollayacağını söyledi, acaba?
Gece ne kadar yorgundum, yatar yatmaz uyumuşum, sabah da 11'de uyandım ve pırıl pırıl güneşli sokaklarda yayılmış kafelerde minik fincanlarda kahvelerimizi içerek Paris'e veda etmiştik.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yaz ki muhabbet olsun.