31 Ağustos 2010 Salı

Mehmet'ten mektup var - BOZCAADA :)))

 İşte bugün babamı aramıştım, "napiyorsun?" diye sordum, "senin  deliliklerinle uğraşıyorum" diye gülmez mi, nasıl eğlenmiş , nasıl eğlenmiş. Meğersem bizim Mehmet kız arkidişiyle müzeyi ziyaret etmiş ve ondan sonra neler olduğunu Mehmet'in bu harika yazısından okuyunuz dostlar:

Mehmetcim o kadar hoşuma gitti ki, keşke ben de orada olsaydım! Bu kadar güzel yazıp anlattığın için, güzel sözlerin için çok teşekkür ederim :))


Mehmet "Boğaz'da Pazar günü & Sabancı Müzesi" kaydınıza yeni bir yorum yaptı:

Dear judy,

sen sabancı müzesindeydin de peki biz nerdeydik? başka bir müzede: Bozcaada Tarih Araştırmaları Merkezinde

30 ağustos pts olacağı için 4 arkadaş bu kısa tatilde programımızı yapıp araba + feribotla yola koyulduk. Cts ve Pazar deniz güneş ve yöresel yemeklerin keyfini çıkardıktan sonra adetim olduğu üzere adada gidilip görülecek bir arkeolojik yer/müze vb var mı diye araştırdığımda bu alanda mevcut tek bir müze olduğunu keşfedip kız arkidişimle adanın mütevazi müzesinde aldık soluğu...

Eski bir rum evinin ele alınıp son derece ilgi çekici obje, belge, fotoğraf ve bilgilerle harikulade bir kültür hazinesine dönüştüğü evin girişinde bizi son derece nazik ve ilgili yaşlı bir amca karşıladı. İlk odadaki fotoğraflar hakkında bize bol bol açıklamalarda bulundu, ada hakkında genel bilgiler verdi, oğlum burayı düzenledi, ben yalnızca yazları kalıp o yokken gözkulak oluyorum dedi. Arkadaşımla birbirimize bakıp o an bir kez daha eskilerin ne kadar şeker insanlar olduklarını konuştuk. Masanın üzerinde Bozcadaya gönül veren oğlunun yazığı kitapları gördük. Amanın! Yazan : M.Hakan Gürüney!!! Amcanın göğsündeki kimlikte ne yazıyordu: Naci Gürüney!! Yok artık tesadüfün bu kadarı da olabilir mi? olurmuş vallahi.

"Siz Aslının babası mısınız???"


Evet, siz nerden tanıyosunuz Aslıyı??
...
Ben hemen kediyi sordum, kalçasının çıkık olduğunu orda öğrendik. Daha sonra abin de geldi laf lafı açtı. Ünlü abi eziyetlerinden ayakkabı çekiceği olayını anlattığımda duyduklarına inanamayarak kahkahalar attı. Bizden sonra babana dönüp Aslıya bak yahu neleri yazmış inanamıyorum dediğini duyduk.

Abinin bir deniz kabuğunu aranması ile başlayan Bozcada serüveninde meydana getirdiği bu harikulade mekanı mest olmuş şekilde gezdik. Kendim de bir askeri figür koleksiyoncusu olaraktan Çanakkalede savaşmış Fransızlardan kalan objelerin sergilendiği odada kendimi kaybettim, dini objelere büyülendim, adada eskiden yaşamış eşrafın resimleri ve hikayelerini, kullandıkları eşyalarla birlikte okurken duygulandım, sünger avcılarını ve Sadun Boroyu gözümün önüne getirdim.

Ama asıl sürpriz alt kattaymış. O marangoz, demirci, duvarcı, ayakkabıcı dükkanlarını anlatan orijinal bölmeler müthişti. Ama söylemeye gerek var mı, en çok bakkaldaki hala açılmamış olan portakallı elvan, meysu, tipitip, golden, kızkovalayanlar, çatapatlar, kızılmaske maskesini gördüğümde aklımı kaybettim. Nasıl kalmışlar, nereden bulunabilmiş bunlar böyle?

Hayranlıkla dolaştığımız bu mütevazi yerden ayrılırken abinin yazdığı tenedosun tarihinin anlatıldığı kitabını almayı ihmal etmedim. Ama o an unuttum keşke yazarını da bulmuşken imzalatsaymışım:)
Eğer abin olmasaymış kesinlikle bir tarih daha tarihe karışacakmış (adada sadece 10 kadar yaşlı rum kalmış). ailenin yaptığı bu kültürel hizmetle ne kadar övünseniz az bence çok teşekkürler.
Demek gerçekten dünya sadece kitaplarda, filmlerde bu kadar küçük olmayabiliyomuş:)

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Boğaz'da Pazar günü & Sabancı Müzesi

Pazar sabahı Real Fiesta ekibi olarak Hisar'daki Sade Kahve'ye kahvaltıya gittik dostlar. Sade Kahve bizce sahil boyundaki en lezzetli kahvaltıyı veren mekan, daima ilk tercihimiz oluyor. Dün sabah da dolu dolu kahvaltı tabağını paylaşıp keyfimize göre yumurtalar yedik, ben sucuklu yumurta yedim, Lady Charlotte menemen yedi, Zekish de menemen yedi galiba di mi Zekish? :) Çaylarımızı içtik, üzerine birer Türk kahvesi patlattık. Türk kahvesi çok bal gibi tatlı geldi, içim bayıldı yahu. Hava esintili, güneş tam sevdiğim gibi denizin üzerinde parıldıyordu. Ama Lady Charlotte'dan berbat fotoğraf çektiğimi ve kompozisyonumun otur sıfır! olduğunu öğrendiğim için foto çekmeye cesaret edemedim:)



Yiyip içip sıcakta gevşemeye başlayınca Sakıp Sabancı Müzesi'ndeki EFSANE İSTANBUL sergisini görmeye gittik sevgili dostlar. Sergi 26 Eylül'e kadar devam edecek, giriş ücreti 10 TL, mutlaka gitmenizi tavsiye ediyorum dostlar. Yaşadığımız bu eşsiz kentin binlerce yıllık tarihini bir parçacık da olsa gözler önüne seren, oldukça zengin bir sergi. Türkiye'den ve dünyadan çeşitli müzelerden İstanbul'un tarihçesinde yer etmiş parçalar toplanmış. Topkapı Sarayından hatırlayacağınız Osmanlı dönemi eserleri olduğu gibi; Berlin'den, Vatikan'dan, Atina'dan gelen hiç bilmediğimiz Bizans dönemi eserleri de mevcut. Sergi odalarından birine yapılan kubbe şaheser olmuş, kubbenin altında sıralar var, kubbenin iç kısmına da İstanbuldan çeşit çeşit kubbe içi görüntüleri yansıtılıyor, izlerken o mekanlara gitmiş gibi oluyorsunuz. Serginin girişinde İstanbul kentinin tarihini anlatan ve aslında sergiyi de özetleyen film mükemmeldi, bin yıl önceki İstanbul'un canlandırmasının içine girmiş gibi hissettim. Bir de serginin en çıkışında kocaman panoramik ekranlarda fotoğraf gösterimi yapılıyordu, İstanbul fotoğrafları... bayıldım.


Tabii müzeye gitmişken Gift Shop'a uğramamak olmaz, en sevdiğimiz yer:)))

Kendime şu kitabı aldım :


Tanıtım metninden alıntı yapıyorum :


Haris Spataris, 1906, İstanbul Fener doğumlu. Ailesi 1922'de Yunanistan'a göç etmiş. Çocukluğuna ait ilk anılar Balkan Savaşı'nın mahallesinde yarattığı gerginliklere, İstanbul'a yığılan muhacirlere ilişkin. Bu kitap, Haris Spataris'in anlattığı Fener'in sokakları adım adım dolaşılarak hazırlandı. Döneme ait fotoğrafların yanı sıra günümüzü yansıtan fotoğraflara da yer verildi. Jacques Pervititch'in hazırladığı, Fener'e ait 1929 tarihli sigorta haritalarının birkaçı da kitaba eklendi. Böylece, okur Haris'in anlattığı 1906–1922 Fener'ini gözünde daha iyi canlandırabilecek, hatta isterse, dokusu hemen hemen hiç değişmeyen mahallenin sokaklarında bir gezintiye bile çıkabilecek. Bu kitap, okurları için aynı zamanda bir gezi rehberi.

xo xo

cat versus human

Bu harika siteyi kaçırmayınız lütfen:

cat versus human

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Mutlu haberler:))) Kedicik iyi:)

heyy bu kadar mutluyum işte :


Öğlen vakti  kediciği sepetine yatırıp Kuruçeşme'ye doktor Ahmet beye gittik. Taşıma sepetine her girdiğinde doktora gittiğinden sevmiyor kedicik sepeti, aslan kesildi sepeti kapatırken kuduruk:))

Ahmet Bey tepesindeki ve sırtındaki açılmaların mantar değil egzama olduğunu söyledi ve mavi bir sprey verdi. Kulağındaki basit bir kulak enfeksiyonu dedi. Veee bacağı da, meğersem kalçası çıkmış Kediş'in. Kısa vadede operasyon yapılabilir, Avcılar'daki hastaneye gidebilirsiniz aracınız varsa dedi. Yoksa uzun vadede kendi iyileşir, yan bağlar sağlamlaştıkça eklemleri yerine çekermiş. Kortizon hapı ve vitamin hapı verdi, iğne yaptı. Kaka yapması için de zeytinyağı içirin ama sızma olsun dedi. Tavuk vermeyin dedi, Hills w/d mama iyidir, devam dedi. Biz de annemle dünyadaki en hafiflemiş mutlu insanlar olarak eve gelip zeytinyağını dayadık Kediş'e.

İşte böyle dostlar, kuş gibiyim kuş. Günlerdir ilk kez OHHHH dedim:) Yuppiiiiiii:))

Bu arada Kuruçeşme'de yolda gören herkes aman ne güzel, ne şirin, gözleri de ne güzel diye bol bol iltifat ettiler Kediş'e, hoşuma gitti:)

27 Ağustos 2010 Cuma

Ezel komalarına girmemize çok az kaldı dostlar

Geçen sezon ekran karşısında heyecandan ayılıp bayılarak izlediğim yegane dizimiz EZEL, ikinci ve de son sezonuna 13 Eylül'de başlıyor. Tabii sağır sultan bile duydu, Ramiz Dayının can düşmanı, insanları en zayıf noktasından rahatlıkla vurup masumları gözünü kırpmadan öldürten, ismi dizinin ilk bölümlerinde zikredildiğinden beri ağızlarda efsane gibi dolaşan, tv tarihimizin en merak uyandırıcı karakteri haline gelen Kenan Birkan'ı HALUK BİLGİNER canlandıracak. Ay allah aman şimdiden içim sıkışıyor dostlar.





Kurtiz'le Haluk karşılıklı ses karizmalarını konuşturacak, hatırlarsanız Güneşin Oğlu filminde Haluk Bilginer müthiş sesiyle "Böyle bir kara sevda"yı söylemişti, Ramiz'in geçmişini ve Ramiz-Selma-Kenan üçlüsünün yaşadıklarının özeti, anahtarı gibi bu şarkı. Artık karşılıklı patlatırlar şarkıları, bize de ekran karşısında yuvarlanmak düşer.


xo xo


Tavuk suyuna mama

Ohh çok şükür akşamdan beri içim biraz daha rahat dostlar.

Bugün annem kediyi hava alıp güneşlensin diye bahçeye koymuş sonra gitmiş tavuk almış, tavuklar haşlanırken Kediş'in kuru mamasını havanda ezip toz haline getirerek tavuk suyuna mama hazırlamış, Kedicik lüp lüp yemiş mamayı oley oleyy oleyyy :)

Sonracığıma annem bakmış mıymıy bir derdi var heyvanın, almış toprağın üzerine koymuş, kedicik de çişini yapmış hem de birazcık ayakta durabilmiş, ama sonra devrilmiş, olsun buna da şükür. Ben de anneme "Aaa nereden anladın kedinin sıkıştığını" diye sordum, gerizekalıya laf anlatır bakışlarıyla "3 çocuk büyüttük herhalde"demez mi? Sağolsun :)))

Akşam bi posta mama da ben  hazırladım, kaşık kaşık ağzına dayadım, lip lip yalayarak yedi. Sonra etli yaş mamadan verdim onu da yedi çok şükür. Hala kakasını yapamadı ama.  Bahçeye taşıdım, tuvaletini hep yaptığı yere, yerlerde sürüne kıvrana çiş yaptı ama ayakta duramadığından üstüne başına işedi yavrucak. Aldım geri getirdim, yatağına yatırdım, bebek mendilleriyle sildim bir güzel, canı yandı sanırım, kızdı, tısladı hatta.Sonra rahatladı, kendi de yalanmaya başladı, bu da iyi bi işaret. Kedi kumunu da yanında hazır ettik, belki gece yapar birşeyler. Doktor randevumuz da alındı, Cumartesi 12'de  gidiyoruz. Şimdi annem çok dertleniyor, doktorun olmaz birşey diyeceğinden ödü patlıyor ama yok, kötü şeyler düşünmek yok, pozitife odaklanıyoruz.

Hülasa, kedicik daha iyi gibi, benim de moralim daha iyi.

26 Ağustos 2010 Perşembe

Kedim

Hiçbir şey yazmak istemiyorum, okumak istemiyorum, tv izlemek, oyun oynamak da istemiyorum. Akşam eve gittiğimde hasta kedimle ilgilenip yatıyorum sadece. Sadece onun iyi olmasını, acı çekmemesini istiyorum. Çıngırağını çınçın çınlatarak bana koşmasını, kucağımda yumulup yatmasını, horul horul uyumasını istiyorum.

Kedicikte mantar çıkmıştı biliyorsunuz, her akşam mantar hapını ve bakteri hapını yutturmaya başladık. Bilen bilir kediye arzusu hilafına birşey yaptırmak imkansız derecede zordur. Bizimki de hapları yutmamak için elinden geleni yaptı, annemle beraber 1 hafta içirmeyi başardık. 1 haftanın sonunda kedi bahçeye kaçmaya başladı, eve gelmiyor, yemek yemiyordu. Aç karnına da ilaç vermekten korktuğum için ilaçlar öylece kalakaldı. Etli mamalardan aldım sevdiği, aslında kabızlık sorunu olduğu için Hills'den lifli kuru mama yediriyordum, etli yaş mama kabız yapabilirdi kediyi ama birşey yesin istiyordum. Aldığım yaş mamalar da püre gibi çıktı, yemedi hayvancık onları.  Sonunda geçen hafta sonu ulaşamadığımız yüksek bahçe duvarına çekildi, 2 gün orada yattı. Taburenin üzerine tırmanıp yoğurt verdim, başını tutup su içirdim. Pazar gecesi hiç gelmedi, ki ne olursa olsun her akşam eve gelirdi kedimiz.

Pazartesi sabahı işe gitmek üzere kalktığımda kapının önünde dertop olmuş yatıyordu, kucağıma aldım, sevdim öptüm ama bir sorun vardı, yere bıraktığımda düştü, evet kedimizin ayakları tutmuyordu. Annemi uyandırdım, doktora götüreceğim dedim, annem istemedi, biraz bekleyelim dedi. Annemi de üzemem ki, yaşı var, bütün gün aslında o bakıyor kediye ve benim lanet işimden 3 aydır maaş almadığım için sıkıntılı olduğumu biliyor. Hülasa, annemi üzmemek için kediyi o gün doktora götürmedim.

Pazartesiden beri kedicik evde paspasın üstünde yatıyor. Ayaklarının üzerine basamıyor. Başka etli mamalar aldım, içi parça etli, onları yedi. Güzel yeşil gözleri kocaman, parlak ve açık. Ama yürüyemiyor. Paspastan yastığına doğru miyavlayınca alıp yastığa koyuyoruz. Gündüzleri annem pamuk ıslatıp su içirmeye çalışıyor, akşamları ben bakmaya çalışıyorum ama kesinlikle annemin hakkını ödeyemem. Bütün gün o taşıyor kediyi,  güneşlensin diye bahçeye indiriyor, başka kediler rahatsız etmesin diye eve geri çıkartıyor, neşelensin diye fırçalıyor... . Cumartesi doktora götüreceğim, böyle devam edemez. Daha önce bir sakatlık geçirdiği için anneciğim umut etti ki yine kendiliğinden iyileşecek ama bu sefer başka bir sorun var belli ki. Üstelik Pazartesi'den beri kakasını da yapmadı, hoş biraz biraz etli mama yiyor , hemen hiç su içmiyor ama yine de? Karnı aç diye mantar ilacını da yutturmadık, dün akşam sırtında da kocaman bir yerin tüyleri döküldü, demek ki oraya sıçradı mantar.

Kedim evde öylece yatıyor, kafası kel, sırtı kel, ayakları tutmuyor. Cumartesi olsun hemen doktora gitmek istiyorum. Bu sefer annem de bişey diyemiyor çünkü hayvan hiç toparlanamadı. Hatta o arayacak bizim tanıdık doktoru, randevu alacak. Beri yandan doktora gitmeye de o kadar korkuyorum ki, doktorun söyleyeceklerinden çok korkuyorum... İnşallah basit birşeydir, ne bileyim eklem iltihaplanmasıdır da antibiyotikle geçer. Aksini kondurmak istemiyorum Kediş'e.

Akşam eve gideyim, annem çayını içiyor olsun, babam Bozcaada'dan müzenin başından dönmüş olsun, televizyon karşısındaki koltuğuna uzanmış olsun , kedicik de her zamanki gibi onun yuvarlak göbeğinde mır mır uyuyor olsun. Sonra beni görünce çıngırağı çınçın öterek yanıma gelsin.

Mutluluk bu kadarcık birşey işte.


23 Ağustos 2010 Pazartesi

Hey haftasonu Bebek çok güzeldi

Cumartesi Migros'a giderken Aşiyan'a kadar uzandık, deniz lacivert çalkantılı, gökyüzü pofidik bulutlarla kaplıydı. En sevdiğim hava:






Ayrıca yenilik olarak Bebek'e Inglot açılmış. Hiç görmemiştim, burnumun dibinden haberim yok . Bi de yeni dondurmacı açılmış Inglot'un yanında ama Mini ve Güneş varken dondurmacı iş yapmaz.


Poseidon balıkçısının ynına da kendimi bildim bileli duran eski apartman yıkılmış ve kocaman yeni bir mekan yapılıyor. Of çok kalabalık oldu Bebek artık.

20 Ağustos 2010 Cuma

Beşinci element odun olsaydı da ara sıra Zoey'nin kafasına inseydi:))

Zoey Montgomery! Gece seni seçti; ölümün doğuşun olacak. Gecenin tatlı sesine kulak ver. Kaderin seni Gece Evi'nde bekliyor.

Son yılların vampir akımından doğan sayısız serilerden bir de Gece Evi - House of Night  serisi idi dostlar. İlk 5 kitabı Idefix'den almış, 1. ve 2. ciltlerden sonra ilgimi kaybederek devamını okunmayı bekleyen kitap yığınımda sessizliğe terketmiş idim. Geçen tatile gittim ya, giderken yanımda buncağızları taşıdım, sıcak saatlerde okurum rahat rahat dedim. Hatta son çıkan 2 kitabı da Akçay'dan aldım ve P.C. Cast'ın adeta sıçarcasına yazdığı seriyi ben de bir kaç günde okuyup bitirdim.

Bu seriye göre, vampirlerin varlığı insanlar tarafından bilinmekte ve kabul edilmektedir. (Burada Güneyli Vampir Serisine benziyor) Hatta bazı meşhur artistler, en ünlü sanatçılar vampirmiş aslında.... Vampirlerin alınlarının ortasında safir rengi bir hilal dövmesi ve gözlerinin çevresinde de kendilerine özgü şekillerde dövmeler bulunuyor. İz sürücü vampirler de insanların arasında dolaşıp uygun görülen gençleri işaretliyor, yani alnının çatısına içi boş safir renkli dövmeyi çakıyor ve böylece vampir çaylağı oluyorsun. Bir vampir çaylağı gün ışığında fazla kalamayacağı için derhal o civarlardaki Gece Evi'ne gitmesi gerekiyor. Gece Evi; vampir koleji diyebileceğimiz bir yatılı okul. Çaylak vampirler akşam 8 - sabah 3 arası derslere girip Vampir Sosyolojisi, binicilik, tiyatro vs vs öğreniyorlar. Bu süreçte vücutları değişimi redderse iğrenç bi şekilde patlayıp ölüyorlar, aksi halde alınlarındaki dövmenin içi doluyor ve gözlerinin çevresinde güzel şekiller beliriyor ve yetişkin tam bir vampire dönmüş oluyorlar.


Serinin kahramanı tam geometri sınavına girmeden önce işaretlenen Zoey Montgomery. Büyükannesi Cherokee asıllı olan Zoey, onun soyadını kullanmayı tercih ediyor, Zoey Kızılkuş yani. Annesi berbat bi adamla evlenmiş (üvey-zavallım) , Zoey'den uzaklaşmış, o yüzden bu vampir damgalanma olayından dehşete düşüyor, Zoey hemen Gece Evi'ne gitmeli yoksa ölecek, o da büyükkannesinin lavanta çiftliğine kaçıyor ve çiftlikte NYX ile transal bir deneyim yaşıyor. Evet bu serideki vampir alemi anaerkil bir toplum, yüksek rahibelerce yönetiliyorlar ve ana tanrıça NYX'e tapıyorlar.

Büyükannesi Zoey'i Gece Evi'ne getiriyor ve olağanüstü güzellikteki (vampir ne olsa) Yüksek Rahibe Neferet Zoey'in farklı olduğunu görüyor, şimdiden içi dolu bir hilal dövmesi var Zoey'nin. Böylece Zoey'nin maceraları başlamış oluyor.

İlk kitapta Zoey'nin diğer çaylak arkadaşları ile tanışıyoruz, oldukça klişe tipler, işte inek gay oğlan, zengin kankican kızlar, taşra güzeli Stevie Rae ve okulun gelecekteki Yüksek Rahibe adayı muhteşem ve kaltak kişilik Afrodit. Bir sürü olaylardan sonra Zoey Nyx'e tapındıkları çember ayinini yönetebildiğini, bütün elementlere hükmettiğini öğreniyor : Hava-Toprak-Ateş-Ruh. Böylece Afrodit'i tahtından indirip yerine Zoey geçiyor ve hemen erkek arkadaş sorunları yaşamaya başlıyor. Liseli çocukluk aşkı Heath mi? Tiyatro öğretmeni yakışıklı Erik mi? Vampir Şair Loren mi? Böylece sayfalar boyu Zoey'nin kime vereceğini bilememesinden doğan dertlerini okuyoruz ve 5. element odun olsa da şu kızın kafasına inse diyoruz küt küt.

Kitaplar ilerledikçe işler karışıyor, spoil etmeyeyim, iyi görünenler kötü, kötü görünenler en harbi karakterler çıkabiliyor. İşin içine Cherokee, Kelt mitolojileri giriyor. Olaylar çok hızlı gelişiyor bu seride, 8 kitap mı ne okudum, daha 2 ay bile geçmedi düşünün, löngürt herşey oluyor bitiyor, arada Zoey erkek arkadaşları hakkında sızlanıyor, takkkk kitap bitti. Ayrıca ilk kitaplarda oldukça fazla tekrarlamalar var; karakterler, olaylar sürekli tekrar tekrar anlatılıyor. Ancak Alacakaranlık serisinin aksine ilk kitaptan sonra seviye düşmüyor aksine kitaplar birazcık daha ilginçleşiyor macera ilerledikçe, hikayeler daha zengin hale geliyor. Bence serinin en iyisi son kitaptı.

Anlatım dili oldukça basit, konusu da eğlenceli bu kitapları çıtır çerez niyetine tatilde tıkır tıkır okuyabilirsiniz. Vampir mitolojisi adına yaratıcı birşeyler anlatma çabası da takdir edilebilir.




Kitaplar için hazırlanmış bir web sitesi de var, karakterleri burada görebilirsiniz : House of Night Series

Bu kitaptan bahsetmişten beni rahatsız bir konuyu da açmak istiyorum. Son yıllarda pıtrak gibi çıkan bu popüler serileri ve Chick lit aşk romanlarını yayınlayan yayınevleri türedi malum. Pegasus Yayınları, Artemis Yayınları, Epsilon Yayınları ... Epsilon aslında daha köklü eski bir yayıncı ancak son yıllarda yayın tarzını değiştirdi. İşte bu yayınevlerinin baskılarından şikayetçiyim, sürekli hatalar, boşluklar, eksik sayfalar.... Nerede bir Altın Kitapların, Can Yayınlarının sağlam, güvenilir baskısı; nerede bunlar? Bir de bu kitapları basmadan önce kimse okumuyor mu merak ediyorum. Judy'i kastederken Sally yazmak, Sally ve Judy yazacağına Julia ve Sally yazmak, hatalar gırla gidiyor. Alacakaranlık hatalarla doluydu, karakterlerin adı yanlış yazılıyordu, ulan kitabın koca bi bölümünün yarısı yoktu. Gece Evi desen yine kişi adlarında sorun yaşıyor, son kitapta koca bir bölümü komple basmayı unutmuşlar, kitabın yanında ek olarak geldi. Kitaplarda boş sayfalar var okumaya çalışırken gözlerim şaşı oldu.

Haa serinin yeni kitabı çıkınca almayacak mıyım? Alacağım dostlar.

Herkese iyi okumalar:)

xo xo

17 Ağustos 2010 Salı

Çocukken ne kadar salak ve bir o kadar da mutluyduk : Mim

Canım Küfkedisi tam benlik olduğunu düşündüğü bu mimle beni mimlemiş dostlar. Tabii bayılarak yazacağım, Seksenli yıllar uzmanıyım ya:)

Çocukluğumdan aklımda kalanlar:

Tatil ödevi
Ne berbat bi icattı bu tatil ödevi. Upuzun güzelim yaz tatilinden önce bize Tatil Kitabı diye bişey verirlerdi okuldan. Bundaki problemleri filan çözmek lazımdı. Amannn tatil uzun diye bir kenara attığım kitabı, sokakta koşup oynar; abilerimin kitaplarını yağmalarken aklıma getirmezdim. Tabii unutulan ödev istisnasız o son kara Pazar gecesi ağlaya ağlaya yapılırdı. Bütün ilkokulda bu böyle oldu. Şimdi olsa yine öyle yapardım herhalde, bütün tatil ders mi yapacağım canım??

Beyaz kurdele takıntısı
Siyah önlük giyer, beyaz yaka takardık. Kızların kafasına da kurdele kondurmak makbüldü. Her sabah ciyak ciyak saçlarım toplanır , komik kurdelem takılırdı. Annem kurdeleyi bağlarken saçımı kimin tutacağı meselesi çok önemliydi. Abim tutarsa caaart diye asılır güç denemesi yapar, babamsa kıyamaz nazik nazik tutardı sağolsun:)))


Defterleri kaplamak
Ne gereksiz bir uygulama idi şu kap kağıdı ya. Kızlar kırmızı, erkekler mavi hışırtılı bi kağıtla defterleri kaplardık. Ortaokuldayken daha janjanlı kaplar vardı artık ayıcıklı allı güllü desenli. Yine de sevmezdim bu kaplama işini. Ama savruk ve de hoyrat olduğumdan kaplar buruşuk, defterlerin köşeleri kıvrık kıvrık olurdu hep.

23 Nisan Merasimleri
Sevmezdim, istemezdim rol almak Çok çekingenim zaten, herkesle konuşmuyorum, sadece La Capitana dokunabiliyor bana o zamanlar. Haliyle ödüm patlardı 23 Nisan'a seçecekler diye. Tabii sakınan göze çöp battığı için kırmızı balık ve de balerin olmaktan kurtulamamıştım. Ama televizyonda yayınlanan Halit Kıvanç'ın sunduğu galaları izlemeye bayılırdım. Her galanın sonunda TRT illa evlerine dönen yabancı misafir çocukların ve onları konuk etmiş ev sahibi çocukların salya sümük ağlamalarını gösterirdi.



Solo Test
Ohhh , işte bu küçük kırmızı taşları birbiri üzerinden atlatarak elemeye çalışırdık, en son ne kadar az taş kalırsa o kadar zeki olduğun ortaya çıkardı, sık sık gerizakalı çıktığımı söylemeye gerek var mı?



Michael Jackson'ın Pepsi reklamları
Çocukken en sevdiğim şarkıcı Michael Jackson idi. Kimin değildi ki? Sadece çocuklar değil anne babalar da severdi Jacko'yu , Pepsi reklamları heyecanla beklenir, her biri olay olurdu. En sevdiğimiz de Jacko'nun küçük bi oğlana şapkasını attığı reklamdı, oğlan "Michael?" der sonra kıkır kıkır gülerdi. Aman pek mühimdi bu reklam, kaçırmadan izlerdik.

Madonna'nın aforoz edilmesi
Madonna'yı hep sevmişimdir. MJ gibi değil, Maddy'i hala çok severim, dinlerim. Bence müthiş bi kadın. Ama ben küçükken muhteşem şarkısı Like a Prayer'a (Bir Mümin Gibi:)))) ) evlere şenlik bir klip çevirmiş, üzerine yapışan, memelerini dışarı taşıran siyah elbisesiyle çılgınlar gibi dansederek zenci İsa ile sevişmişti. Papa da cart diye aforoz etmişti bunu, büyük olay olmuştu yaw zamanında. Ama klibi TRT gayet yayınlamıştı, kesinlikle izledim hatırlıyorum. Bu olayı da hiç unutmamıştım.

Milliyet Kardeş ve diğer dergiler
Okumaya meraklı babamın ufacıkken elime tutuşturduğu bu dergiyi ortaokula kadar almıştık herhalde. Küçük, minik tefek bir dergiydi, içinde işte yazılar, hikayeler, haberler, çizgi romalar filan vardı. Mesela Küçük Kız İle Benekli vardı, siyah saçlı minik bi kızla pembe köpeğinin maceralarını anlatırdı. Sonradan derginin ebadı büyüdü, her hafta da hediye zottirik oyuncaklar çıkardı bu dergiden. Aman hepsi ayrı bi başıma bela oldu o oyuncakların:))) Ama o dergileri saklasaydım şimdi gittigidiyor'da satardım yahu tüh. Ortaokulda ise gözü açık arkadaşlarım sayesinde benim de gözüm açıldı ve "ama baba genç kız dergisi" diyerek yanılmıyorsam Free derler adına işte o dergiyi aldırmaya başladım. Bu dergi sayesinde hem kültürümüz arttı (!) hem de pembe farın ancak çok çılgın kıyafetlerle sürülebileceğini öğrendik. Neyse sonunda Blue Jean'e geçtim de biraz kendime geldim:)



Tipitip, Stimorol
Eh işte çocukken en sevdiğim ciklet Tipitip idi. Bir de Hakan abimin artık nereden bulup alıyorsa asortik Stimorol'u vardı. O zaman Vivident neyim yok, Stimorol uzay icadı gibi gelirdi bize yahu. Abimin odasında Stimorol çiğnediğim anları hatırlıyorum.


51 Partileri
Çocukluğumdan hatırladığım en güzel şeylerden biri de abilerimle düzenlediğimiz 51 partileri. En büyüğümüz olan Hakan abim hep kart çalar, saklar bizi kandırırdı. Ama bizi eğlendirmek için yapıyormuş bunu şimdi anlıyorum ve evet çok eğlenirdik:)


Muhteşem Salılar, kuzen buluşmaları
Upuzun yaz tatilini şenlendiren en güzel şey, her Salı günü La Capitana ve kardeşi Gargiciğimle beraber olmaktı. Bütün gün bahçede oyun oynardık. Oynadığımız oyunları çoğunlukla La Capitana uydurur, tabii bizi hep yenerdi:))) Mesela Zıldır Zımba derler bi oyun vardı, tek ayak üstünde sek sek diğerlerini yakalamaya çalışırdın. Sıra Gargi'ye geldiğinde biz adilik yapar "miniminiciikk miniminiciik minimini minimini miniminiciikk" diye televizyondan öğrendiğimiz bir şarkıyı söylerdik, Gargi Tolgacığım da hiç dayanamaz gülmeye başlar ve anında yanardı:))) Yazın diğer bir güzelliği de o zamanlar Balıkesir'de yaşayan diğer halamın ve tabii diğer kuzenlerin İstanbul'a gelmesi olurdu. Burak ve Tarık da geldi mi amanın evde acayip bi çocuk kalabalığı yaşanırdı. Beraber Bebek parkına gidip denize girer, sahilde balık tutar, hatta bahçede çadır kurardık. Çadırda geçen akşamlar unutulamaz. Büyükler bize habire yemek taşır, yetmez gidip mutfaktan pilav tenceresini çalardık. Bazen amcalarım da gelir böylelikle Tunç ve eğer büyümüşse en küçük kuzenimiz Boran da bize katılırdı. (En minikti şimdi yönetmen oldu :) İşte bu noktada Hakan abim delirirdi, çünkü, kaderin cilvesine bakın benim odam tam onunkinin üstündeydi ve biz oynayıp kudurdukça aşağıda abim de kudururdu. Bigün hışımla yukarı koştu, hepimiz rahmetli dedemin odasındaki eşşek kadar eski gardroba doluştuk. Ama hala gülüşüyoruz nasılsa bişey yapmaz ya, abim dolabın kapısını açtı çaatttt hepimize birer tokat hahahahahah. Yahu ne güzel günlerdi. Bazen de kışın 15 tatilinde beni La Capitana ile Gargi'nin yanına katar Balıkesir'e yollarlardı. Hahahaahahah. Otobüs terminalindeki halimiz görülmeye değerdi, sanki göç ediyormuşuz gibi sayısız torba, çanta, bavulumuz olur; en üstte halamın yol boyu ağzımıza tıkayacağı bir tepsi börek bulunurdu, kıtlıktan çıktık ya sanki. En fecisi de dedemin zorla elimize tutuşturduğu 1 şişe gazozun sürekli şangır şangur sallanıp otobüse bizi rezil etmesi olurdu. Balıkesir'de bütün kuzenler buluşunca çılgın eğlenceler başlar, bütün oyunlarda yine La Capitana bizi yenerdi. Kızıp üzerine atladığımızda da birkaç dakika sabreder, sonra yerinden şöyle bir kalkmasıyla hepimizi odanın ayrı köşelerine atardı:))))

Çamlıca gazozu içmek, cam şişedeki litrelik coca cola
Yaaa, bu Çamlıca gazozuyla geçti çocukluğumuz. Fazla birşey demeye gerek yok, bütün kuzen-kardeşlerime ithaf ediyorum :

(Bizim şişeler pütürlü daha güzeldi, ama o eski şişelerin resmini bulamadım)
Bir de litrelik dev coca cola şişesi vardı, cam şişe, kapağı da metaldi ve açarken hep elimizi keserdi. Akşamları masamızı şenlendirirdi bu dev şişe.


Yılbaşında ananas yemek
Her yılbaşı ananas yerdik Hakan abim yılbaşı günü alışverişe gider ve kocaman bir ananas alır gelirdi Bazen yanında hindistan cevizi de olurdu. Ananasın dikenli kabuğunu soydun mu içini yemesi kolaydı. Ama hindistan cevizi belaydı. Cevizi kırmamak, önce delmek lazım gelirdi. Abim artık bıçakla mıçakla cevizi delip suyunu hepimize bölüştürür; sonra güç bela parçalar içini doğrardı. Ama neden bu kadar uğraşırdı bilmem. Sanırsam fazla Robinson Crusoe okumuş ve çok etkisinde kalmıştı. Yıllar geçti, şu yaşa geldim, ömrümde bir gün ananas olsa da yesem dememişimdir. Bir sene de yılbaşı günü abim elinde ne olduğunu bilmediğimiz acayip yeşil bir meyve ile çıkageldi. Meğersem avokadoymuş. İĞRENÇ bir tadı vardı. Çok sertti. Sonra abim buna ballı mallı bi sos hazırladı inatla. Yok yine yiyemedik, ne allahın belası bir meyveymişsin sen avokado. Avokadocuk 1 ocak sabahı çöpe gitti.

Aha işte bir de ananasla fotoğraf çektirmişim püahahaahah :


Mişkacığım
Mişka benim çocukluğumun en kıymetlisiydi. Mişka'nın başına gelenlerin birazını şurada anlatmıştım. Mişka benim çok sevdiğim canım ayıcığım olduğu için abilerimin doğal hedefi haline geliyordu. Bana dokunamadıklarından ya oyuncak ayıya ya da kedime eziyet ederlerdi:)))) Başına neler gelmedi ki bu ayıcığın? İpe çekildi, uçtu, şakacıktan sokağa atıldı ama ben gerçekten ağladım:))) Şu yukarıdaki fotoda ananasla poz verirken Mişka'yı da almışım kucağıma, kulaklarında kurdeleler, boynunda fular, eski filmlerde birden zengin olan köylü kızı Fatma Girik gibi, ne bulursa takmış(ım) . Kuzenlere bile yasaktı Mişka, biri dokundu mu avazım çıktığınca bağırırdım. Şimdi odamın bir köşesinde duruyor, herhalde asla atmaya kıyamam ben onu.

New Kids On The Block
Waaaahhhhh sitep baay sitep huuuu beybeeee . Sanırım her dönem küçük kızların aklını alarak ortalığı karıştıran, beri yandan deliler gibi para basan bi akıllı bulunuyor. Şimdi parıldak vampir Edward neyse o zaman da New Kids oydu. Amaannn bunların kasetlerini almıyor musun, şarkılarını bilmiyor musun o zaman cüzzamlı gibi kimse seninle konuşmazdı. Odalar çarşaf çarşaf bunların posterleriyle kaplanırdı. New Kids dinleyip popüler kızlar grubuna girdin mi, o zaman da çok dikkatli olup kimsenin sevdiği oğlanı sevmemeliydin. Mesela Öküzgül "Jordan benim " derse artık haşa kimse Jordan hakkında laf edemezdi. At suratlı Danny ile kalakalırdın. Çok şükür dağıldı gitti bu grup da benim müzik zevkim de Guns N Roses'a evrildi.


İnönü'de güller açacak
Bu pek çocukluğumdan değil ama 16 yaşımdan unutamadığım bir hadise. 1994 yılında Guns n' Roses orijinal kadrosu ile Türkiye'de konser vermişti. Blue Jean dergisi de kapağında Axl'ın fotoğrafı ve "İnönü'de güller açacak" başlığı ile çıkmıştı o ay. O kadar etkilenmiştim ki, bunca yıldır unutamadım. Konser günü yaklaştıkça "Slash aşırı doz eroinden ölmüş" dedikoduları da ayyuka çıkmıştı. Sonra Japon abimle konsere gitmiştik, hayatımın en unutulmaz hadiselerinden biridir ve kendimi çok şanslı görüyorum o kadroyla o konseri izlediğim için.



Defalarca La Luna'yı çalmak
Müzikten bahsetmişken, La Luna'dan bahsetmemek olmaz. Belinda Carlisle'nin Seksenlerin sonunda çıkarttığı ve klibinde kıpkızıl saç, beyaz ten, mavi göz güzelliğini acımasızca ortaya döktüğü bu şarkı benim favorimdi. Ne yazık ki bana bir Sony radyo-kasetçalar almışlardı ve bu şarkıyı günde yüz kere bıkıp usanmadan geri sara sara dinlerdim. Amannn abilerim nefret ettiler kadından da şarkıdan da, nasıl oldu da teybi parçalamadılar hayret! Bütün gün Ahhhh La Luna La Lunaaaa kafa ütülüyordum canım:))

Kasetten Zeki-Metin oyunlarını dinlemek.
Bu çocukluğumun en eğlenceli zamanlarından bir kısmı, o küçük teybin başında Devekuşu Kabarenin oyunlarını kasetten dinlerken geçti. Abilerim, La Capitana ve Gargi ile bütün oyunları ezbere öğrenmiştik abartmıyorum. Yine de her espriye her dinleyişimizde gülerdik. Aşkolsun, Deliler, Yasaklar, Geceler, ne oyunlardı ama. Aklımda kalanlar:
-Nurten, şu bulutlara bak sen, zaten, hepsi sanki bir koyun, çabuk soyun
-Erkeklerler ruhtan ne anlar? anlasa kocalarım anlardı, ilkinin adı da Ruhi'ydi,. Hayvaaan.
-İleri sarar mı? Sarar sarar, dolma sarar, börek sarar.
-Aloo, galaksi taksi, araba yok
-Çat çat çat, Serhat nakavt!
-Haaaakaaaannn aaaabiiiii.
-Çocuk kız olursa anası, erkek olursa babası ölecek. Aa garson öldü.
-İnsanlar buraya eğlenmeye,dinlenmeye, spor yapmaya geliyor, siz futbol oynuyorsunuz. Yasak.
-Minik minik minik kelebek, uçmak ne demek ?



Pazar günleri Kilyos sefası ve diğer deniz maceraları
Ben küçükken ve eski Opel arabamız varken, yazın Pazar günleri ailecek Kilyos'a gitmek en büyük eğlencelerdendi. Annem plaj çantası hazırlar, içinde sandöviçler, cocacola, babamın Bebek'deki şarküteriden aldığı kadınbudu köfteler ve jambonlar özenle yerleştirilirdi. Ben tam evden çıkmadan kova küreklerimi hatırlardım haydii kova aradık. Kumsala giderken babam yol boyu bize Julio Iglesias kasetleri çalardı, ah Natalie Natalie... Baykent plajına gider, şemsiyemizi o nefis kuma gömer, sonra kendimizi dalgalara atardık. Akşam dönüşte ise beni mutlaka araba tutar, arka koltukta ayılır bayılır, ufak bulantı haplarından içerdim.

Bazen hafta içi sadece annemle, Zehra halam ve kuzenlerle buluşur (La Capitana, Gargi Tolga:) Sarıyer'deki Altınkum plajına giderdik. İşte bana yüzmeyi La Capitana burada öğretmişti. Bu ufak plajda bütün gün çok eğlenirdik.

Sonraki yıllarda da sürü sepet Sedef Adasına gitmeye başlamıştık. Onur kuzenimle sudan çıkmazdık, plaja bakan adam "çocuklar yosun tuttunuz" derdi. Bütün gün güneşin altında oturur, yer içer yuvarlanır yatardık. Dün baktım 20 TL olmuş Sedef Adası plajı, acaba gitsek mi?

Akşamları Yakari, Cumartesi sabahı Clementine, Pazar sabahları Voltran izlemek
Çocukluğumun en güzel yanı Seksenli yılların muhteşem çizgi filmlerini izlemekti. Biliyorsunuz, bu çizgi filmlere adanmış bir blog bile hazırladım. Şuradan bakabilirsiniz. Ama en çok iz bırakanlar; akşamları "Uykudan Önce" programında yayınlanan uyuz Yakari; Cumartesi sabah programında çıkan Fransız Clementine ve de Pazar sabahın köründe kalkmamıza sebep olan Voltran idi. Cumartesi'den Cumartesiye programında bir de Ankara'dan yayınlanan ve Tontonlarla Ponponların kıyasıya mücadele ettiği yarışma programı vardı ahahahaha. Daha sonrasında Clementine bitince göstermeye başladıkları Küçük Prenses Sara'yı da çok severdim.





Cuma akşamı Mavi Ay, Pazar akşamı Güzel ve Çirkin
Daviiiiidddd, Madddiiieeeeeeeeeee çığlık atarlar, Topesto'yu azarlayıp pat küt kapıları çarparlardı. Mavi Ay Detektiflik Şirketindeki maceraları anlatan bu dizi kesinlikle en sevdiğim diziydi. (Çocukken izlediğimiz dizilere adadığım blogumu da buradan ziyaret edebilirsiniz). Kara Şimşek de olay olmuştu. Pazar akşamları anıra anıra koşan aslan adam Vincent ve güzel Catherine'in hikayesini izlemeden de yatmazdım. Ziyaretçiler ise Cumartesi çok geç saatte yayınlandığı için hep kavga çıkardı evde izlemek için:)))



Eskiye rağbet olsaydı, bit pazarına nur yağardı derler. Seksenler son yılların popüler konularından; o yıllarda çocuk olanlar şimdi otuzlu yaşlarındalar ve geçmişleri birden kıymet kazandı. Bu sadece Seksenli yıllara ait bir özellik mi? Yoksa herkesin çocukluk dönemi kendine güzel mi? O yılları düşününce, bilgisayar yoktu, cep telefonu yoktu, internetten oyun oynamak kavramı yoktu... Bir kanal, yıllar sonra TRT2 ve sonra da Star1 vardı. Belki mesele budur dostlar. Şimdi herşey el altında ve ulaşılabilir olduğu için hiçbirşeyin özelliği, değeri yok. O zaman çok az şey vardı ve her yeni oyun, reklam filmi, kaset, tv programı kıymetliydi. Basit bir dünyada küçük şeylerle mutlu olmak, bir ananasla heyecanlanmak çok kolaydı. Evet vatkalar ve permalı saçlar korkunç olabilir ama o rengarenk kıyafetlerin, tayt üzeri tozlukların, tüllü eteklerin, kelebek tokalarla bezeli kabarık saçların albenisi vardı, uzun yaz günlerinde sokakta oyun oynamanın tadı doyumsuzdu. Bilgisayara ve internete bağımlı değildik. Sayısız kanal içinde izleyecek program bulamamak derdi yoktu, zaten tv'de ne varsa bayılarak izlerdin. Ama beni yanlış anlamayın. O yıllara geri dönme arzusunda değilim. Dünyanın gelişimine ve yaşamda ilerlemeye inanıyorum ben, çocukluk yaşandı ve bitti, yeniyetmelik yaşandı ve bitti, mutsuz iş hayatı da elbet yaşanıp bitecek. Ve yaşam bitecek. Olması gereken bu. İleri hep daha ileri gitmek istiyorum ben. Çocukluk her ne kadar güzeldiyse de, yetişkinliğin özgürlüğünü daha çok seviyorum.

O günleri hatırlayıp gülelim ve yola devam ederek yeni mutlu anılar biriktirelim!

Bu mimi sizlere gönderiyorum dostlar :

Kediler ve Kitaplar
Fun Stuff and Lovely Things
Hiçbir Yer : Bir Merop Günlükleri Silsilesi
Sibel ile Pelinsu


xo xo

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Gökten zembille inmiş bir site : Friv.com

Eğer bazen siz de benim gibi, kitap okumak, müzik dinlemek, film izlemek istemeyip çok sıkılıyorsanız; derdime derman olan bu sitede vakit geçirmeyi deneyebilirsiniz:

http://www.friv.com/


Bir sayfada 250 tane flash oyun bulunuyor, seç seç oyna. Bazıları bağımlılık yaptığı için takılıp kaldım, diğerlerine bakamadım, yani henüz çok azını denemişliğim var. Kıytırmasyon dress up oyunları da var, zekice oyunlar da, Karayip Korsanları bile var.

Bu sitede bana bağımlılık yapan oyun : Hall of the Wild. Ne yazık ki Cumartesi gece yarısı keşfettim ve istediğim kadar çok oynayamadım. Şu an parmaklarım karıncalanıyor, uyuyakalıp yere düşene kadar bunu oynamak istiyorum.



Oyun çok basit, ama grafikler çok şirin. Maymun arkadaşımızla okula dağılmış olan beslenme çantalarını topluyoruz. Ok tuşlarıyla ilerleyip, space ile zıplıyoruz yani klasik bildiğiniz kontroller.  Arkadaşımız neden maymun diyene cevabım okul müdürü de kurbağa olacak:))) Maymun bazı yerlerde daha ileri zıplamamıza yardım ediyor, okulda her ne hikmetse tepeden sallanan lastikler, sarmaşıklar ve içine zıpladığımızda bizi bir yerden bambaşka bir yere uçuran su boruları var. Bunlar da oyunun ilerleyişini hareketlendiriyor. Grafikler de çok renkli ve sevimli olduklarından benim oynadıkça oynayasım geldi.


Ayrıca çok güzel bir öneri : Online oyunlara meraklıysanız mutlaka KEDİLER VE KİTAPLAR'ı ziyaret edin ; Umut'un tanıttığı muhteşem oyunlara mutlaka göz atın, bayılacaksınız.

Allahım akşam olsa eve gitsem de bayılana kadar oyun oynasam:)))

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Kediş'le doktor macerası

Dün klinikten aradılar "Aslı Hanım sizi Kediş'in test sonuçları için arıyorum" dediler, aman gülmem geldi:))) Kedinin kulağında bakteri, kafasında mantar olduğu testlerle kesinleşmiş. Hem de hemen üremiş mantar.

Bugün sabahtan saklandı hınzır, anladı mı ne doktora gideceğimizi. Taa öğlen mama torbasıyla kandırıp yanıma çağırdım, taşıma sepetine sokabildim de doktora gittik. Doktor kulağını temizleyip damla yaptı, sonra ilaçları verdi. Bakteri için ve mantar için iki ayrı hap. Mantar hapı ağır bir ilaçmış, karaciğeri etkileyebilirmiş. Test yapın dedim. Maalesef kedi çok bağırdı, debelendi, kan alamadılar. Çok üzüldüm hayvancağızın haline, iyi ki annem gelmemişti, fena olurdu kadın. Kan alabilseydik içim rahatlayacaktı. Ama yaramaz ortalığı dağıttı, iki doktor tutamadılar:(((

Şimdi ilacı verip yan etki, kusma olacak mı diye çok dikkat etmemiz gerekiyor. Bu arada karaciğerini destekleyecek enginar tozu içeren bir kapsül de yuturacağız.Ama korkuyorum, ya bahçeye gizlenip kusar da göremezsek? Çok canım sıkkın dostlar. Üstelik yaşı da var, şimdi durduk yerde bir zarar görürse mahvolurum. Kafasında mantarın açtığı deliğin iyileşmesi de çok uzun sürecekmiş. Belki o kliniğe gelen şecereli cins kedilerden değil, sokak kedisi ama beni benimsemiş bir kedi, ben onun insanıyım, o benim can yoldaşım.  Allahım nolursun Kediş'in karaciğerine birşey olmasın, ilaçlar işe yarasın, kedim iyileşsin.


Fotoğraf : Sibel Gürüney

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Kurtuluş'un kedileri - 2 : Eczacının kedisi BOBO

Kurtuluş Aslı Eczanesinin kedisi Bobo. Genellikle akşamları kapı önündeki paspasa çıkıp bıyıklarını havalandırıyor. Ben kendisini hep akşam iş çıkışı metroya yürüken görürdüm. Sonra geçen biri arkamdan nazar etti ya, başım tuttu hani... gittim eczaneye, ilaç içtim. Bobo ile o zaman tanıştım. Aaaa, arka tarafta sevimli bir kutu, Bobo kutuda keyif yapıyor, benim ilacımı yetiştiren eczacı bey Bobo'ya mama hazırlıyor :)))

Bu kedilerin kutu sevgileri inanılmaz. Ortada bi kutu varsa kedi illa içine oturacak onun. Markafoniden ıvır zıvır almıştım, kutuyu odama koydum. Kesin eminim benim kedi girecek içine. Annem de yok hayatta girmez, sığmaz dedi. Bekledim bekledim, 1 gün, 2 gün... 3. gün Kediş poposunu yerleştirdi Markafoni kutusuna:)))





10 Ağustos 2010 Salı

Nicole Kidman 2010 Hollywood Foreign Press red carpet

Yahu ne zamandır moda kokonamız Nicole'ü  kırmızı halılarda göremiyorduk. Just Jared sitesinden aldığım habere göre (ahahahah)  Nicole geçen hafta Hollywood Yabancı Basın birliğinin yemeğine katılmış. Elbise Prada, nude ayakkabıları da Louboutin imiş. Yeşil Prada kıyafetiyle ben Nicole'ü İrlanda asıllı güneyli güzel Scarlett O'Hara'ya benzettim dostlar. Ayrıca saçları ve yüzü oldukça güzel görünüyor.








Nasıl buldunuz?

xo xo

Kedide mantar çıktı

Tatilden döndüğümüz Pazar günü Kediş'in ensesinde ufak bi açıklık farkettim. Bahçede , duvarlarda gezdiği için bi dala takılmıştır diye düşündüm. Dün akşam eve gittiğimde yavrucağın kafasındaki delik büyümüş , üstelik yara gibi olmuştu derisi. Ne kadar korktum, ne kadar üzüldüm anlatamam. Keltoş prensesim benim egzama ya da mantar mı olmuştu? Yoksa gerçekten keltoş mu olacaktı? Annem demesin mi, "olur olur saçkırandır, abin de küçükken olmuştu"  :)) Zaten parazit iğnesi için Cumartesi doktora gidecektik;  hemen gitmeye karar verdim, başağrısıyla sabahı zor ettim. (Bu ağrı da fena, biri haberim yokken arkamdan nazar mı etti nedir? neyse bugün itibariyle geçti ağrı)

Sabah önce işi aradım, izim aldım. Sonracığıma bizim doktoru aradım. Hani kediyi kabız olduğunda iyi eden , babamın eski ahbabı. Aaa ne cebi açıyor ne klinik cevap veriyor. Allah korusun acil bi durumun olsa bittin yani. Döndüm internetin başına, bize yakın Ortaköy'de varmış bir yer, aradım, "doktor bey 11'de gelecek" dediler. Öfff. Hemen ekşi sözlüğü açtım tabii, aaaa Levent'te Boğaziçi Veteriner Polikliniği varmış ve de süpermiş, aradım gelin dediler, kediyi çantaya tıktık, annemle taksiye atlayıp Levent'e çıktık, çok kolay oldu bulması. (Bu arada kedinin canhıraş miyavlarından içim eridi bitti, çok üzüldüm)

Önce bilgilerimizi aldılar, sonra 2 doktor kediciği muayene ettiler. Keltoş kafasından ve de kulağından parça aldılar çünkü kulağında da mantar olabilirmiş. Ayyy  gözleri kocaman açıldı börtledi bizimkinin, zavallım. Doktorlar o kadar sevecendiler ki, el bebek gül bebek, hayvanları içten severek yaptıkları belli bu işi. Parazit aşısı yapılırken takır takır tırmalandıkları halde gıkları çıkmadı sağolsunlar:)))

Sonra muayene, parazit aşısı, pire ilacı dışında kafasından ve kulaklarından alınan parçaların testlerinin ne kadar tutacağını, neden böyle bir test yapmaları gerektiğini anlatıp herşeyin tek tek fiyatını yazıp verdiler. Yani seçme şansım vardı, bunu yapmayın, şunu yapmayın diyebilirdim. Kafalarına göre işlem yaparak cart diye fatura sokuşturmadılar. Ben tabii bütün testleri  yapın dedim. (Kredi kartı geçiyormuş klinikte) Sonra kediye bir de taşıma kutusu aldım oradan (mor) . Mikroskopta aldıkları parçalara baktık, büyük olasılıkla mantarmış. Parazit iğnesi olmaz ise kurtçukların nasıl büyüdüklerini gördük, (şişedeki kurtlar İĞRENÇ idiler ööğğğkk) , kredi kartına caaart diye geçirip kutusunda rahat görünen Kediş'i alıp eve geldik. (kutuda iyiydi de, arabada korkuyor bu anladım, araba sevmiyor)

Ne para verdiysem helali hoş olsun. İçim rahat. Boğaziçi Veteriner Polikliniğini kesinlikle tavsiye ediyorum. Gerçek hayvansever , işini şansa bırakmayan bir ekip. İçim çok rahat, kedimin güvenli ellerde olduğunu hissettim muayene sırasında. Tırmıklar için kusura bakmasınlar:)

Aaa bi de biz testleri beklerken, Yekta Kopan geldi, kedisine aşı yaptırdı sanırım, Tarçın'mış adı, çok şeker pomak gibi bir kedi :))

Benim kedimin test sonuçları; kulaktan alınan 3 gün sonra (o mantar değil de başka birşey olabilir) keltoş kafasından alınan 1 hafta sonra belli olacak, ona göre ilaç verilecek. İlaç vermeden sanırım bi de karaciğer testi yapacaklar oyyy.

Kediş'e geçmiş olsun, bana da geçirmişler olsun. Neyse banka ödememi 3 taksite böldü bari :)))



(Fotoğraf : Sibel Gürüney)

8 Ağustos 2010 Pazar

Geleceğe Dönüş

Tatildeyken sanki başka bir zaman boyutuna ya da paralel evrene gitmiş gibi hissediyorum. Benim bildiğim tekdüze, sabahın köründe kalk - işe git - akşama kadar bilgisayarın başında çalış - bazen sinir harbi yaşa bazen gülme krizine gir- akşam eve gel ya da arkadaşlarınla buluş hayatı bir tarafta akmaya devam ediyor, bense beri yanda paralel bir evrende toptan değişik bir hayat yaşıyorum sanki, eh tatil dönüşü de o zaman Geleceğe Dönüş oluyor:))) (en çok ikincisini severim bu serinin)



Güzeldi tatil. Kumsalda , sıcak kumların üzerinde boş boş yattım, müzik bile dinlemedim, dalgaların tekdüze foş foşlarına kapılıp şekerlemeler yaptım, sıkıldıkça daldım çıktım yüzdüm; güneşe dayanabildiğim akşam saatlerinde güneşlendim.


Bol bol dondurma yedim. Vardar'dan değil , arayıp tarayıp kordonun sonunda bulduğum Roma dondurmacısından.


Yediğim diğer bir güzel yemek de yörenin spesyali SAKANDIRIK idi, hamur açıp ufak parçalar halinde kavuruyorlar, beri yanda nohut haşlanıyor, sonra bunları karıştırıp üzerine yoğurt döküp yiyorsun, ağzınıza layık:



Bahçede dolaşıp teyzemin kedileriyle ahbaplık ettim

Bu Boncuk :

Bu da Şeftali

Şeftali minik bir aslana benziyor, boynunun çevresinde yele gibi tüyleri var. Üstelik gözüpek avcı , tam bir kedi, benim lapacı gibi değil. Teyzem diyor ki evde yalnız kalsalar Şeftali yermiş onu, eğer telefonlara ceap vermezse anlayacakmışız ki, kedi yedi teyzemi. Küçük canavar bahçede kendi halinde dolanıp duran minik kirpi yavrusunu yemiş, etini kazımış bir güzel, kirpiciğin postu kalmış geriye.

Bu National Geographic'i aratmayan doğal ortamda , balkonun orta yerinde peydahlanan eşşek kadar örümcekten ödüm patladı. Yine de kendimi sizler için feda edip önce fotosunu çektim, sonra kaçtım:))) Tam bir Aragog idi kendisi, kuzenim süpürgeyle bahçeye attı heyvanı.


Her gece 11'de minicik ayakları ile duvara tutunup başaşağı dolaşan bir kertenkele balkonu ziyaret edip gözümüzün önünde ağzına layık sinek böcek ne varsa beslendi.

Ama o ufacıcık ayakları ne kadar sevimli değil mi? Yerli halk buna KELER dermiş, patlar uçlu keleker olmasın o?

Tanıştığım bir diğer hayvanat pegamber devesi :



Çekirge , valla fena sıçrıyordu, üstümüze üstümüze :


Bahçeden büyüyüp balkon hizasına gelen ceviz ağacında da 1 adet cırcır böceği öttü durdu, ama 1 tane böcekten çıkan ses hipnotize edici, uyuşturucu berbat bir gürültü idi. Bu cırcır böceği yumurtalarını ağaca yapıştırıp ötmeye başlar, taa çatlayana kadar ötermiş. Çatlayip çatlayıp balkona düşermiş. Allahıma şükürler olsun kafama cırcır böceği cesedi düşmedi.

Tatilin en güzel günü kuzenlerle Akçay'dan uzaklaşıp ıssız bir koya gittiğimiz gündü. Küçükkuyu'yu geçtikten sonra Behramkale'ye gelmeden sahil kenarında bir yerdi. Ufacıcık turkuvaz koyun tepesinde klişe olsa da güzel salaş kahve, sahilde ise ahşap, ince uzun bir iskele vardı. Çok mutlu oldum o gün orada.







Ohhh gel keyfim gel

Burada bir de deve var idi. Meğersem deve güreşine pek meraklıymış yerli halk. Şampiyon develer de el üstünde tutulurmuş. Neyse bu deve bize arkasını (ve başka şeylerini) dönmüştü, biraz şamata yapıp kafasını çevirttim ammaaa daha fazlasına cesaret edemedim, feci büyük bir hayvan.


Sanırım bu kadar. Bir hafta boyunca House of Night - Gece Evi serisinin 5 tane kitabını okudum. İlk ikisini daha önceden okumuş idim. kalanları da bitirmiş oldum. Kitaplar hakkında ayrı bir yazı hazırlarım.





İşte öyleyken böyle oldu. Tatil bitti. Tonton kedime kavuştum. İyi bakılmış ben yokken merak etmeyin. bana kızgın küskün de değil. Eh bundan iyisi can sağlığı.

xo xo