29 Mart 2012 Perşembe

32 Kısım Tekmili Birden Günlük

Her gün blogunu güncelleyen arkadaşlarıma çok özeniyorum. Keşke ben de her akşam o enerjiyi kendimde bulup iki satır anlatsam neler yaptığımı. Yani şirkette blog yasak olmasa bile açıp yazacak vaktim yok, işlere yetişemiyorum. Akşamları da kediyle güreşip ya mal mal teve'ye bakıyorum ya da sevdiğim bloglara göz atabiliyorum ancak. Halbuki burası benim günnüğümmüş meğersem olduğundan, her günü not edesim var.

Cumartesi günü şu alttaki pasaport yazısını yazdıktan sonra tam Lady Charlotte ile buluşmak üzere evden çıkıyordum ki, tanımadığım bir numara aradı. "Abla ben PTT'den Mahmut, evde misin" diye sordu, pasaport gelmiş meğersem. "Aaa tam çıkıyordum" deyince adamcağız "o zaman kapıda buluşalım" demesin mi, ay ne güldüm anlatamam. Gıcır gıcır pasaportumu kapıp Lady Charlote'ın yanına, İstiklal Caddesindeki Midpoint'e gittim.



Hiç yemek yiyesim yoktu, aslında Guinness içesim vardı ama Mariachi Black ile idare ettim. 2 şişe bira ile biraz kuruyemiş yetti oohh. Pek keyiflendim:)

O keyifle kalkıp Terkos pasajına gittik. Pasaja çılgınca tişörtler gelmişti, rengarenk, akla gelen her konuda baskılı tişörtler tezgahlardan taşıyordu. Bir tane "I Love Fridays" vardı amma delikti, delik olmasa onu alıp şirkette giyerdim ahah.


Neyse elim boş çıkacak değilim ya, kendime yeni bir elbise kaptım. Hatta Salı günü müşterim geldiğinde eteklerimi uçura uçura giydim Terkos malı güzelim elbisemi. Bu hafta gidersek bütün renklerinden almak lazım valla.


Elbiseye uysun diye Fleur-de-Lis kolyemi taktım, Alman müşteriye Fransız sembolü taktık ama ne yapayım, o renkte bir bu vardı.


Müşterim sağolsun vakitlice gidince ben de iş çıkışı kızçelerle buluştum oohhh, tam kadro toplandık, sağlıklı Çin yemeği yedik, kahve içtik. Ama ne kadar eğlendik anlatamam. Geçen gece rüyamda işyerinde donumla kaldığımı görüp ter içinde uyanmıştım. Arzu hemen ayfonundan rüya tabirlerine girdi ama bulduğu dini şeyleri dili dönüp okuyamadı, çıkartamadık tabiri ama çok güldük. Sonraki gece ise Bon Jovi konserinde sahneye atlayıp Jon'la epey muhabbeti ilerlettiğimi gördüm ama onun tabirini artık hiç sormadım Arzu'ya:)

Çarşamba günü öğlen yemeğine dışarı çıktık, haftada bir iki kere, öğlen vakti şirketten kaçmak güzel oluyor, kafamızı dağıtıyoruz. Canımız kahvaltı çekti, hafta içi insan özlüyor zeytini, peyniri, domatesiyle kahvaltı yapmayı... Böyle yumurtalı filan güzel bir kahvaltı yaptık, ben börekleri yemedim tabii:)) Kübracık da yumurtasını yiyemedi, ibibikli olmuştu onun yumurtası :



Sonracığıma, aynı günün akşamı, yani dün akşam, eve dönerken fantazi yapmaya karar verdim. Zincirlikuyu'dan The Plaza Otelin karşısındaki yoldan dalıp, döne döne bayırdan aşağı yokuş aşağı Ortaköy'e kadar yürüdüm. Aman nasıl dimdik bir yokuş, Boğaz tepelerinden köprü ayağına doğru iniyor, evler villa şeklinde, hepsinin bahçesinde birer itoş, onlar da yürüyüşçülere alışık değillermiş herhalde. Başladılar hev hev bağırmaya. Aman birazcık korktum:) Sonra deli gibi yokuş tırmanan arabaların altında kalma tehlikesi atlattım birkaç kere. Nihayet Dereboyu'na inip oradan sahile çıkıp, eve ulaştığıma 1 saat 10 dakikadır yürüyor idim. Aman nasıl kütür kütür kalbim attı, ne ter boşalttım anlatamam. Öğlen yediğim kahvaltı, bal, kaymak ne varsa gitmiştir herhalde.

Yürüyüşümün son kısmında manzara şahaneydi. Sağımda bir köprü :


Solumda bir diğeri :



karşımda Kuleli Askeri Lisesi:


Şirkette de çok komik şeyler oldu. Hollandalı yakışıklı müşteri Roderick gelmişti, hepimiz bu adama hayranız. Boylu poslu, uzun saçlı, hafif serseri, tam Avrupai bir tip. Toplantıya geldiğinde de gömleklerin fittingini kendi üzerinde yapar. O yüzden dün bütün kızlar diken üstünde showroom'dan gelecek haberi bekliyorduk :"prova başladı" . Haber uçar uçmaz da biz de Elif'le showroom'a uçtuk, kumaş kartelası arıyormuş gibi yaparak gözümüzü herife dikip bekledik ama gülüp kıkırdayarak bir güzel ele verdik kendimizi. O da inat edip çıkartmadı gömleği, hain adam:))

Allahtan Ortaköy'de boydan boya şu reklamlar var da, gözlerimize şenlik oluyor biraz:


Ben her sabah 7'de evden çıkıp daha uyanamamış vaziyette otobüste tıngır mıngır gider iken, bu panoların önünden geçince gözlerim cin yavrusu gibi açılıyor valla ahahah:)

Bu hafta bir de şu karikatüre bayıldım:


Bugün de beni lodos mu çarptı ne olduysa, bütün gün eşşek gibi esnedim, çenem ayrılacaktı. Ya da dün akşamki yürüyüşten sonra oksijen çarptı bilemedim. Bu akşam Ortaköy'e otobüsle inip, sadece Ortaköy'den Bebek'e yürüdüm esneye esneye. Şimdi de hemen gidip yatıyorum.

İşte böylece yuvarlanıp gidiyor idik:)

xo xo

24 Mart 2012 Cumartesi

Pasaport

Bu hafta çok işim vardı dostlar, üç gecedir 10'da çıkıyorum ofisten, ne bloga bakabildim, ne de bir satır kitap okuyabildim. Ama o arada pasaport işimi hallettim:)

İlk kez pasaport çıkarttığımda sene 1998, üniversite öğrencisiyim. Resmi işlerin kabus olduğu yıllar. Beşiktaş emniyet müdürlüğünde bir curcuna, keşmekeş, başvuruya gelen herkes üstüste.. Evrak dolduruyorsun, bir sürü detay yaz yaz bitmez... Sonra herşeyi tamam edip pasaport bedeli, foto moto tamamlayıp evrakları gişedeki nemrut suratlı memureye vermiştim. Kadın bana birşey sordu, nüfus cüzdanındaki mahalle adı mı ne, ben de ne dedim hatırlayamıyorum şimdi, geçmiş zaman, mesela şu mahalle yerine ilçe Eminönü dedim. Kadının bana bela çıkartacağı tuttu, kayıtlı nüfus örneği midir nedir öyle birşey istedi. Ben tabii o zamanlar küçük Judy olduğumdan ağlayarak babamın dükkanına geldim. Yazık adamcağız hemen kapattı tükkanı, kalktık Eminönü'ne geldik. O zamanlar öyle, nüfus kaydı neredeyse oraya gideceksin! Gittik işte, fotokopiler, dilekçeler, püsürler istediler. Koşturup hallettik. Nihayet böyle tozlu ofislerde kocaman eski kayıt defterleri açıldı, film gibiydi resmen. Sülalemin dökümü yapıldı. Aldım onu geldim emniyete, o kadın gitmiş, başka bir memur bey, hemen aldı evrakları. Birkaç gün sonra gittim, imzalatıp verdiler pasaportumu, ama imzalatan herif kırmızı kalem vermiş bana yanlışlıkla. Sonra üzerinden maviyle geçtik. Ulan her işim problemli! Ben yıllarca kırmızı kalemle imzalanmış pasaportla dünyayı gezdim yani.

Aradan yıllar geçti, ilk iş yerimde çalışıyordum, Lady Charlotte ile İtalya'ya gidecektik. Pasaportumun süresinin uzatılması gerekiyordu. Tabii toşbilli bir şirkette çalıştığımdan yanımda şirketten bir abiyle emniyete gidip o bilmem kaç sayfa evraka sadece bir imza bastım, parasını verdim. Ne sıra bekledim ne birşey. Sonra o abi alıp getirdi yeniden uzatılmış pasaportumu. Toşbilin güzelliğini ben böylece anladım dostlar:))  Sonra Lady Charlotte ile muhteşem seyahat serimize başladık.

Aylar yılları kovaladı, pasaportun yine uzatılması, hatta değişmesi gerekiyordu, vizeler sayfaları doldurmuş idi:) Ama yeni pasaporta geçme süreci başladığından defterimi değiştirtmeden sadece uzatma yaptırdım bu sefer. O zaman da 3. şirketimde idim. Şirketin pasaport/vize işleriyle ilgilenen üç kağıtçı yılışık bi herif vardı. Salak 5 senelik yapacağına 3 senelik uzattırmış benim pasaportu.. Ama en azından parmak izi verme işlemini bu seferde hallettim. Bundan sonra parmak izi vermeme gerek kalmadı.

Bugüne geldiğimizde, 4. şirketimde çalışıyordum. Eski, paçoz, emektar, lacivert pasaportun süre bitimine 6 ay kalmış, sayfaları dolmuştu. Yeni bordo pasaporttan almalıydım artık. Ve emniyet Müdürlüğü çağ atlamış, pasaport işlemleri inanılmaz rahattı.

Önce Pazartesi işten çıkıp biyometrik fotoğraf çektirdim ama nasıl berbat, hortlak gibi bir foto oldu anlatamam. İçime sinmedi ama napiyim, dünyayı gezerken pasaport polisleri fotoma bakıp bana aşık olacak değil ya ?? Salı günü ertesi sabah için internetten randevu aldım, Beşiktaş Emniyeti saat 9:30 . Salı akşamı da bankaya gidip 10 senelik pasaport bedeli ile defter bedelini yatırdım. Pasaport alacaklara tek önerim olabildiğince uzun süreli almanız. Hele 1 senelik almaya gerek yok, 6 ayı geçtin mi zaten hiç bir yerden vize alamazsınız.

Çarşamba sabahı gittim emniyete. Anam emniyet nasıl güzel, pırıl pırıl, sakin. Bekleme salonu kafeterya gibi adeta. Memurlar nasıl kibar, ilgili, nazik anlatamam. Bayıldım.

Sıram gelince eski pasaportumu, ödeme dekontlarımı, nüfüs cüzdanımı ve fotoşlarımı memur beye verdim. 5 dakikada işim bitecek ve ofise koşacağım diye düşünüyordum. Ama memur bey ne dese beğenirsiniz? "Nüfus cüzdanınızda problem var" , artık küçük Judy olmadığımdan "aa ne var?" diye sordum sakince, "İlçe Eminönü görünüyor, Eminönü Fatih'e bağlandı, hemen ilerde nüfus müdürlüğünde 5 dakikada değiştirirsiniz, sonra gelin, sıra beklemezsiniz" dedi sağolsun. Ben de hafiften morarmış vaziyette çıktım, Çırağan'a yürüyüp nüfus memurluğuna çıktım. Normalde gerçekten artık bu işler tozlu defterlerden yapılmıyor, bilgisayardan e-devlet filan feşman birkaç dakikada işlem tamam oluyor.

Ama, fakat, lakin, Beşiktaş Nüfus idaresinde bilgisayar sistemi çökmüş! Odanın içinde millet kuyruk, sadece tek bilgisayar çalışıyor, o da kağnı hızıyla... Ulan düztabanlık bende mi, noluyo lan diye aklım bi gidip geldi:) Sonra bir şekilde biraz bekleyip, kaynak olup memurun önüne geldim. Aaaa! Fotoğrafım sorun oldu bu sefer. İkisi de aynı olmalıydı. Benim biri biyometrik, biri vesikalık olmuş. kabul etmediler. İkisi de vesikalık olacakmış. Adamcağız "hemen şu yanda bir fotoğrafçı var, orada çektirip gelin, gelince sıra beklemezsiniz" dedi. Söylene söylene aşağıya inip belediyenin hiç bilmediğim arka kapılarından Çırağan yokuşuna çıktım, Ela Fotoğraf stüdyosuna girdim.


İçeri girerken "ben kaderin böylesine tüküreyim" filan diye söyleniyordum Fotoğrafçı beni yukarı yolladı, hiç ilişmeden:) Ben söylene söylene ceketimi çıkarttım, neyse güzel yeşil elbisemi giymiştim, ama yüzümde sıfır makyaj. Loreal lipgloss vardı yanımda bir tek, onu sürdüm. "Canım hadi hemen çekebilir miyiz" diye seslendim abiye, oturdum koltuğa, abi "gülümseyin" dedi ama olmuyor, gülemiyorum. "Çok gerginsiniz" dedi amca. Ben de gülerek olanları anlattım "oraya gittim öyle dedi, buraya gittim bu oldu bıd bıdı bıdı" Sonra şak şak bir sürü çekti abi, aklıma geldi, biyometriğimi de baştan çektirdim oh. Bu sefer içime sindi.

Fotoğrafları halledince aşağı indik, amca açtı resimleri, bir vesikalık bir de biyometrik için seçtik. Sonra bu fotoşokla beni bir çitlembik yaptı sormayın:))) Gıdığımdaki izler, göz altı torbaları gitti, yüzüme renk geldi, aaayyy nasıl güldük anlatamam, "ay sizi alıp evde besleyebilir miyim" dedim adama ya ahahaha, "demek ki artislerin hepsi fotoşok olmasa benim gibi görünüyormuş meğer, ama benim cildim kaymak gibi zatennnn ahahah" filan derken güle güle fotoğraflarım basıldı. Ücreti takdim edip nüfus dairesine geri döndüm.

Nüfus dairesinde sistem hala bozuktu, ben hemen en öne geçtim, fotoları verdim, şimdi tamam, yeni nüfus cüzdanım basılacak ama bilgisayar o kadar yavaş ki, benim cüzdan printerın içinde kaldı, ay çıkmıyor bir türlü, felaknasfelaknasfelaknas okuya üfleye nihayet basıldı cüzdan, imzalattım, damgalattım. Koşa koşa emniyete geri döndüm.


Emniyet yine sakin ve ferahtı, hiç beklemeden oturdum hemen, eski pasaportumu, yeni biyometrik fotoğraflarımı, pasaport ve defter bedelini ödediğimi gösteren dekontlar ile yeni nüfus cüzdanımı verdim. 5 dakikada işlem tamam. Parmak izim de önceden alındığı için ondan da vakit kaybetmedim. Kayıt tamamlanınca memure hanım "şu yan kapıdan nüfus cüzdanınızın fotokopisini çektirin, bitti işleminiz" dedi. Gittim fotokopi yazan kapıya. Kapı duvar! Kilitli ahahaha:)) Fotokopiyi çekecek vatandaş tuvalete mi gitmiş nedir ne bileyim ama gülüyorum artık halime:) Neyse, biraz sonra amca geldi, 50 kuruş verdik, fötököpiyi çektirdik. Onu da teslim edince nihayet pasaportumun yenilenme başvurusu tamamlanmış oldu.

Dün de PTT'den cebime mesaj geldi, pasaportunuz hazır, bize teslim edildi, size göndereceğiz gibisinden. Ankara'dan postalanıyor çünkü pasaportlar ev adresimize. Ama evde beklemek zorunda değilsiniz, başka birisi de teslim alabiliyor. Bugün de mesaj geldi, dağıtım merkezine gelmiş yeni pasaportum, Beşiktaş'a yani.

Gelir mi bugün acaba? :))

Yaşasın seyyahat etmek!


xo xo

20 Mart 2012 Salı

Katmerli Kate Alert Yazısı

Doğumdu, pastaydı, eğlenceydi derken geçen birkaç gün Kate'i ihmal etmiştim. Genç Düşes de maşallah boş durmadı, kraliyet görevlerini yoğun olarak yerine getirmeye başladı. Büyükanne kraliçe memnundur herhalde Kate'in performansından.

Kate Perşembe günü İngiliz Olimpik hokey takımını ziyaret etti, hatta eline sopayı alıp bir kaç vuruş bile yaptı:))


Şimdi vuruşlu ayıp esprileri bir kenara bırakalım da, mercan rengi skinny jeans'i ve hokey takımının eşofman üstü ile Kate o hanımefendi halinden uzak, çok genç ve neşeli görünüyordu. Ayrıca demek ki bu yaz renkli jeansler moda olacak, onu da anlamış olduk:)


Sahada beş vuruştan sonra Kate üzerini değiştirip kayın babası Charles ve üvey kaynanası rottweiler Camilla ile bir yardım derneğini ziyaret etti. Bu ziyarette Kate her zamanki hanımefendi görüntüsüne geri dönmüş; pileli etekli çok cici gri bir elbise giymişti. Ben yine beğendim tabii:))




Bu ziyarette Kate, kayınbabası Charles ile ilginç sanatsal aktiviteler yaptı. Herhalde donlarını bile ütüleyen 3 tane uşağa sahip olan Britanya tahtının varisi Galler Prensi Charles'ı ütü yaparken görmek beni çok eğlendirdi.

Gelin hanımla kayınpeder önce biçki dikiş öğrenip tekstil sektörüne adım attılar. Hatta Charles o kadar eğlendi ki, artık Camilla'nın paçalı donlarını ben kesip biçeceğim diye tutturdu. Tutumluluğu ile tanınan annesi Kraliçe Elizabeth de bu karardan çok memnun olmuş diye duydum.

Charles'ın parmakları patlıcan gibi ülen??

Camilla'nın mabadının kalıbını çıkartıp antika dantelleri biçtikten sonra sıra son ütüye gelmişti. Dolma parmaklarıyla ütüyü kavrayan Charles mikrobu kırılsın diye donların ağına vururcasına bastı ütüyü, bastı ütüyü, Camilla'nın içliğini jilet gibi yaptı.


Bu işe en çok yeni bir iç dona sahip olup evdeki ütü işlerinden kurtulan Camilla sevindi:))

Cumartesi günü St Patrick günü idi biliyorsunuz. İrlandalı dostların yeşil kıyafetler giyinerek çeşitli kutlamalar yaptığı önemli bir dini bayramları yani. Kraliyet ailesi için de, 100 yıldır İrlandalı Muhafızlara yonca dağıtılan önemli bir gelenek. Her sene ailenin en önemli hanımlarından biri, İrlanda Muhafız Alayını ziyaret ederek muhafızlara yonca hediye edermiş bu geleneğe göre. Misal geçmişe bakalım :

Rahmetli Ana Kraliçe
Kraliçe 2.Elizabeth
Veee bu sene bu göreve kim atanmıştı dersiniz? Tabii ki güzel Cambridge Düşesi!  Yumuşak, dökümlü yeşil elbisesi, kahverengi şapkası ve yonca broşu ile zümrüt gibi parlayan Kate, muhafiz alayını ziyaret etti; herkese tek tek yonca dağıtarak St Patrick gününü kutladı. Birliğin maskotu itoşun bile tasmasına yonca taktı. Bu haliyle Kate tam bir prenses olmuştu :





Ve nihayet yeni haftanın başında, Kate tek başına hamisi olduğu bir çocuk hastanesini ziyaret etti. Bu ziyarette özel bakıma muhtaç çocuklarla ilgilenen Kate, ilk kez halk önünde bir konuşma yaptı. Bu önemli  gün için Kate annesinin eski bir elbisesini ödünç almıştı. Buradan anlıyoruz ki bunun anası da zargana:




Yani elbiseyi anası giydi diye bana bir soğukluk geldi açık konuşayım. Bir de 4 yıl öncesinin kreasyonu ama Seksenlerden kalma gibi görünüyor, renk çok yakışmış Kate'e ama model onun yaşına uygun değil bence. Belki de Kate özellikle kıyafetinden çok gittiği hastaneye ilgi çekmek için bu elbiseyi seçmiştir.






Böylece bir Kate Alert yazımızın daha sonuna geldik. Siz hangisini beğendiniz, siz olsanız ne giyerdiniz ?

xo xo

18 Mart 2012 Pazar

Geleneksel Doğumgünü Kutlama Şenlikleri

Dün gece arkadaşlarımla doğumgünümü kutladım sevgili izleyiciler. Çok ağır kutlamışım ama hala kendime gelemedim:) Kendi rekorumu kırıp 3 mekan gezip, içip coşup eğlendim. Fazla abartmamışım neyse midem hiç rahatsız değil çok şükür:))

Dün, arkadaşlarıma ikram etmek için Pelit'ten o çok sevdiğimiz üzeri böğürtlen kaplı milföylü turtadan aldım. O esnada ne göreyim, rengarenk makaronlar hazırlamışlar, cici cici kutulara dizmişler... Yahu 14 Mart'da pasta yemedim, bugün kutlama günüm bari kendimi şımartayım diye bir kutu da makaron alıverdim.



Amannn, bir başlayınca insan kendini tutamıyor dostlar, o kadar beğendim ki anlatamam. Dışları yumuşak, kremaları epey yoğun... her birinin farklı bir aroması var.. Bağımlılık yapıcı kesinlikle.

Gece için Zara'dan aldığım tulip dress'i giydim. Maalesef boydan düzgün bir fotom yok. Ayna karşısındaki resmi de çok acele çektim güzel olmamış.



Böyle kısa ve kabarık etekli, yeşilli bir elbise. Geçenlerde başka bir rengini Kate'in üzerinde görmüştük:))) Meğersem öyle elbise giymekle düşes olunmuyormuş, insanın oturmayı kalkmayı becermesi gerekiyormuş, öyle bir elbise ki, azıcık eğilsem dötüm kabak gibi meydanda, bir türlü idare edemedim kendimi. Bütün gece frikik verip durdum:))


Kırıntı'ya ilk ben gitmiştim. Rezervasyon yapmıyorlar ya, masa beklemek gerekir diye düşündüm ama rahatça yer buldum. Yine boş masada tek başıma sanki ekilmiş gibi kızçeleri bekledim. Geçen sene de bu sahneyi yaşamıştık; makus kaderimdi bu benim:))



Tabii çok geçmeden kızçeler geldi, siparişlerimizi verdik. Hala üniversitedeki kadar çok içebilen aslan Çito "hişt çocuk bize alkol getir" diyerek şarap siparişimizi verdi. Ben yemek yerine mozarella sticks ve nachos yedim şarabımın yanında. Seval'le Arzu ise bana özenip zayıflamaya karar vermişler, dükan diyetine başlamışlar. Onlar mozarellalara, nacholara bakıp yutkundular. Bir zamanlar ben "hiç birşey zayıflık kadar lezzetli değildir" derken bana gülüp eğlenmişlerdi, şimdi vuruş sırası bana gelmişti dostlar:))


Kalecik karası çok hafif ve lezizdi, zaten o şişe nasıl bitti anlamadım. Kızçelerle epeydir görüşememiştik, tek tek son zamanlarda neler yaptığımızı anlatırken bir baktık şişe bomboş! Aa ne yapsak ne etsek derken Çito çoktan Miller sipariş etmiş bile:)

Sonra benim aklıma, yıllar önce yine Kırıntı'da 30. yaşımı kutlarken verdiğim pozun aynısını vermek geldi, şişeyi dikledim, Arzu da çekecek bekliyoruz, ben de lıkır lıkır içiyorum... Anam bir türlü çekemedi hatun, ben bir dikişte şişeyi boşalttım! Ne yapalım, sanatsal kaygılardan ötürü ikinci şişeyi de içmek zorunda kaldım, herşey fotoğraf için, blog için:)


Sohbet muhabbet çılgınlar gibi gülüp eğlenerek içmeye devam ediyorduk. Bir yandan da köşedeki ekrandan gözucu ile derbi sonucunu takip ediyorduk. İçimizde tek Cimbomlu olan Çito, 2. golü atınca epey bir coştu:)) Ben şöyle güzel bir hezimete uğratırız Cimbom'u diye ümit etmiştim ama bu sefer olmadı, en azından Çito arkadaşımın morali bozulmadı, dostluk kazandı :)

Artık yemek içmek, utanç verici eski hatıralar ve iş dedikoduları tükenmişti, herkes "pasta isterük" diye kazan kaldırmıştı. Bir sürü garson arkadaşlar alkışlar kıyametler eşliğinde muhteşem pastamı getirdiler, Arzu'yla Seval de dükan diyetini pastaya gömdüler valla dayanamayıp yediler. Lady Charlotte da onları pasta çok hafif diye avutmaya çalıştı, ben de dedim ki  "evet çok hafif; içinde bir tek yağ var, un var, şeker var" ahahah:))


Pasta kesilip cici hediyelerime kavuştuktan sonra evlere dağılma saati gelmişti. Kızçelerle öpüşüp koklaşıp ayrıldık, biz Çito ile geceye devam etmek için kendimizi İstiklal Caddesine attık. Çito'nun kızkardeşleri bizimle burada buluştular. Onlar sevdiği için bu sefer Türkçe pop çalan "Eelence" diye bir mekan varmış, oraya gidecektik.


Eelence, tam Pera Palas otelinin karşısında, böyle ince uzun kutu gibi bir tek oda düşünün; kenarda da bir bar işte o kadar. Bangır bangır eski pop şarkıları çalıyor. Biz yine şanslıyız, bilmeden arkamızı duvara verip durduk o allahın belası yerde. Burası meğersem pek popülermiş, millet herhalde göt göte eğlenmeye çok meraklı. O daracık mekan bir doldu bir doldu, inanamazsınız... Çalan şarkılar zaten beynimi oyuyor... İnsanlar üstüste daracık yerde durdukları yerde güya eğleniyorlar. Yani bu nasıl bir eğlence anlayışıdır arkadaşım? Mojo'ya da gidiyoruz ama insan gibi dans edip tepinebiliyoruz yani, burada dipdibe yapışık fantazitör bir eğlence anlayışı hüküm sürüyor. En kötüsü de sigara içiliyor, ulan unutmuşum sigara dumanı işkencesi altında eğlenmeye çalıştığımız o eski günleri. Çok rahatsız oldum.

Fakat asıl rezaleti çıkışta yaşadık. Bildiğin çıkamadık mekandan dostlar. İnsanlar etten duvar olmuş. Ben ki yıllardır metrobüste ömrüm geçiyor, stadyum konserlerinde elli bin kişi içinden çıkmayı başarıyorum, tıkışık metroya kendimi sokuşturuyorum.. Yok, bu berbat Eelence'den çıkamadık, insan duvarı içinde sıkıştık kaldık. O kadar fenalaştım ki milleti dirseklemeye başladım oh, herifin biri laf edecek oldu ona da ağzıma geleni saydım, ne diyon lan  pezevenk puşt derken biraz daha orada sıkışık kalsak Behzat amirimden öğrendiğim bütün küfürleri sayacaktım.



Tek parça halinde Eelence'den çıktığımızda saat 2'ye geliyordu herhalde. Koşa koşa Balo sokağa gidip kendimizi James Joyce'a attık oh bee dünya varmış. Canlı canlı rock müzik, eski deri koltuklar ve muhteşem Guinness birası... Artık yorgunluktan bitmiştim ben, o yüzden oturdum, kocaman bardağımı kaldırıp ilk gördüğüm ecnebiye "Happy St Patrick's day!" dedim sonra o enfes kremamsı birayı içtim. Herif de pat diye gelip yanıma oturdu, başladık muhabbete. Birmingham kasabasından geliyormuş, İngilizce kursunda ders veriyormuş falan filan. Ama uçuyor herif belli, zom olmuş. Beraber sarhoş İrlanda şarkıları söylemeye çalışıp beceremedikten sonra amcam hava almaya gitti, biz de rahat rahat müthiş leziz biralarımızın keyfine baktık. Ben artık uyumak üzereydim zaten, zıpır Çito'nun maşallahı vardı, gitti sahne önünde grubu dinledi, tepindi, helal olsun ona!


Guinness bitince artık evlere dağılma zamanı gelmişti, beni de şeytan dürttü, Guinness bardağını çalmaya karar verdim, alıp çantama tıktım:)) Çıkışta ciyuv ciyuv öter mi diye merak ettik ama birşey olmadı. Kocaman bir Guinness bardağım oldu böylece ama içi boş olarak ne işime yarayacak, orasını bilemedim. Sarhoş kafası işte deyip geçelim:))

Böylece sabahlara kadar mekan mekan gezerek şahane bir kutlama yapmıştım. Ama çok yoruldum, ben artık öyle tıklım tıkış yerlerde; bas bas müzik dinleyerek eğlenemiyorum dstlar. Seneye meyhanede kutlayalım madem, hani klarnet, keman, darbuka çalsınlar; biz de klarnete para sokalım, öyle işte:))

xo xo

16 Mart 2012 Cuma

Hanım koş anket var

Enneciğim beni mimlemiş, Seksenli yıllarda bolca doldurduğumuz anket defterleri tadında, çok cici bir mim, ben de yazdım işte, hem de kutlu doğum haftamda benim hakkımda hiç merak etmediğiniz bir kaç şey anlatmış oldum:))


1. Ölmeden görmeyi istediğin bir ülke var mı? Neden orası?


Ölmeden önce bütün dünyayı görmek istiyorum. Görmeden ölürsem çok yanarım. Şimdilik en çok Kamboçya'yı merak ediyorum, o muhteşem tapınakları ve egzotik doğası sebebiyle. Sonra Lady Charlotte ile Moğolistan'a gitmek istiyorum.






2. Kış mı? Yaz mı?


Yaz tabii. Kış mevsimi, karanlık hava beni depresyona sokuyor. Çok etkileniyorum. Yazın daha çok neşeyle doluyorum. İş çıkışı hava aydınlık oluyor, sabah zifir karanlıkta yollara düşmüyorum ya, moralim yükseliyor.






3. Hiç saçının tamamını boyattın mı? Pişman mısın?



Ömrümde saçımı boyatmadım. Aklıma bile gelmedi. İlerde boyatır mıyım bilmem. Ama bir kere çok kısa kestirdiğime pişman olmuştum hatırlarsanız..








4. Bloğumda en çok ne tarz konular görmek isterdin?


Enne'nin esprili anlatımıyla aile hayatını paylaştığı yazılarını seviyorum, tatlı tatlı sohbet ediyormuşuz gibi yazıyor. Sonra durup aa kırmızı ruj lazım, ne alayım diye soruyor:)) Yani orada gerçek bir günlük okuyoruz. Bu tarzını çok seviyorum.






5. Yaptığın en çılgınca şey neydi?


Ya ne bileyim, sokaklarda çırılçıplak koşmak gibi bi çılgınlığım olmadı. Belki üniversitede Japonya'ya gitmek çılgınca bir hareket sayılırdı. Bana hep deli, çılgın diyorlar ama o biraz açık sözlü oluşumdan dolayı bence. Öyle müthiş bir çılgınlığım yok:(( Ne fena :( Belki yaşlanınca 20 kedili çılgın kadın olurum ne bileyim :)))






6. En sevdiğin tatlı nedir?


Çikolata! Çikolataları kalıp kalıp yiyebilirim. Nestle Damak almaya korkuyorum çünkü bir başladım mı, bitirmeden duramıyorum. Ayrıca dondurma, karamelli ve antep fıstıklı, böğürtlenli ve naneli.. Bebek Mini'den kiloyla yiyebilirim:) Sonra şu içinden erimiş çikolata akan patlayan kek, çıtır kabuğuyla ılık lılık krem brüle... fırın sütlaç, fıstık sarma, badem ezmesi.. seviyorum ülen yemeyi:)








7. Hiç bıkmadan kullanabileceğin oje rengi?


Flormar 319 tabii. Her zaman temiz ve doğal görünüyor. Stok yapmak lazım.






8. Hayvanları sever misin? Evde beslemeyi istedin mi hiç?


Hayvanları severim, evde kedim var, bir tane daha isterdim ama annem bakamaz iki toruna birden:)





9. Düzenli olarak takip ettiğin bir dergi var mı? Varsa hangisi?


Her ay sektirmeden Glamour UK dergisini alıyorum. Minik tefek, keyifli bir dergi. Hem ucuz, hem de öyle kasıntı değil. Modadan, trendlerden haberdar oluyorum, okurken de eğleniyorum.






10. Sence Türkiye'de en yaşanılası şehir neresi? Neden?


İstanbul. Pahalılığına, trafik belasına, kalabalığına rağmen bence dünya burada dönüyor. Başka bir yerde yaşamak istemezdim. 






11. İnsanların sende gördüğü, dile getirdiği en iyi ve en kötü özelliğin nedir?


"Dişlerin yamuk yumuk", "parmakların çok ince", "sabırsızsın", "o saç modelini değiştirsen artık"  aldığım iltifatlar arasında. Son zamanlarda herkes fazla kilolardan kurtulmamı övüyor sağolsunlar. Demek ki inatçı ve kararlıyım. Bir de aceleci olmasam...






Hooopp bu mim Leylak Dalı'na, Zoitsa'ya, Handaniko'ya gidiyor haydeee:))




xo xo

14 Mart 2012 Çarşamba

kutlu dogum haftasi serefine ikinci yazi

Bazı güzellikler

Modası geçmiş kıyafetlerimizi giymiş ,
Tavanarasındayız.
Bir cuma akşamı ve
Hava daha kararmamış ,
Üstelik köşe masa bize kalmış.
Şanslıyız …
Ilik bir yaz esintisinin kokusu kahkalarimizda ,
Şairlere degil belki ama şiirlere inancımız tam.
Küçük açık camlardan gökyüzü alabildiğine mavi
Ve hayallerimiz hiç çalınmayacak gibi.
Özgür’de gelebilmiş .
Masada yoğurtlu patlıcan kızartması ,
Pastırmalı talaş böreği , kaşarlı erişte ,
Diet kola ve bira…
Genciz .
Daha burayı bitirip,karmanın kapısından girer gibi
Kinonın kapısından geçip ,
Sabaha kadar tekila içeceğiz …
Gözlerimizin içi parıl parıl
Hayat basit ,biz karmaşık….

25 aralik 2011

Doğumgünüm Şerefine Muhteşem Yazı : İŞTE HAYATIM

Hastalıktan kırılıp 2 gün işe gidemedim, bari bloga çalışayım dedim ve kocaman, eski moda fotoğraf albümlerini indirip hayatıma şöööyle bir göz attım sevgili seyirciler. Kutlu doğum haftamın şerefine kendime İŞTE HAYATIMIZ formatı uyguladım. Bakalım hep sonunu okuduğunuz bu hikayenin başı nasılmış bir bir yazdım. Blog'un prequel filmi gibi oldu resmen:)



Küçük Judy, 1978 senesinin kocakarı soğuklarında, Taksim Acil'de, ailenin tekne kazıntısı ve de şımarık prensesi  olarak dünyaya gelmişti. Böylece çocukluğunu seksenli yıllarda yaşamayı ve en şahane çizgi filmlerle büyümeyi garanti altına almıştı. Aferim uyanık!



Küçük Judy bildiğin yabani bir çocuktu. Poz vermeyi de hiç sevmezdi. Birinci yaşında fotoğraf stüdyosuna gittiklerinde, suratını ekşite ekşite lütfen bakmıştı kameraya


Üçüncü yaş fotoğrafı çekilirken poz versin diye babası o kadar maymunluk etmek zorunda kalmıştı ki, adamcağız fotoğraf çekilene kadar mosmor kesilmiş, bir daha da fotoğrafçıya filan gitmeyeceğini ilan etmişti



Halbuki birkaç sene sonra, küçük Judy'e bir kokoşluk gelecek, maşallah poz keser olacaktı. Pazar günleri babasının elini tutup Bebek Parkına giderlerdi. Küçük Judy kaydırağa çıkar, ama tepeden bakınca kaydırak pek yüksek görününce ağlayıp keko gibi tepede kalıverirdi. Yazık, babası o yaşına göbeğine bakmadan kaydıraklara tırmanır, kızı aşağı indirirdi. Ne çile çekmişti adamcağız küçük Judy yüzünden. Eve dönerken de o zamanların Süreyya Restoranının kapısındaki direklere tutunup dönmece oynarlardı. Küçük Judy de maşallah pozları verirdi arka arkaya. Ama yabaniliği devam ediyordu misafirliklerde babasının dizine yapışır bırakmaz, kimsye kendini elletmez, öptürmez, sevdirmezdi.



Küçük Judy siyah önlüğü, beyaz yakası ile okullu olmuştu. Atatürk büstünde yazan "Atam İzindeyiz" yazısını, izne çıktık, tatildeyiz diye anlıyor, "izne çıktıysak niye okula geliyoruz" diye düşünüp düşünüp işin içinden çıkamıyordu. Eh, Yakari, Musti gibi embesil çizgifilmlerle büyümekte olan bir yavrudan daha mantıklı çıkarımlar beklenemzdi herhalde. Ama artık düşünmesi gereken başka problemler vardı: 4. sınıftayken 23 Nisan töreninde küçük Judy balerin olmuştu. Dans adımlarını öğrenmesi gerekmekte idi.



Küçük Judy yavaş yavaş büyüyordu. Yani ebat olarak gerçekten irileşmekte idi. O çırpı hali gitmiş, genç irisi, dana gibi bir çocuk ortaya çıkmıştı. Hatta seksenlerin sonuna doğru Fenerbahçe'nin şampiyonluğunu bile dondurma yiyerek kutlamıştı. O arkadan beş kulak yapan da abisiydi herhalde:)



O yıllarda bebelere evde doğumgünü yapmak pek önemliydi. Şimdiki gibi şekilli,süslü püslü, yok arabalı, yok barbi bebekli pastalar yoktu. Bildiğin yuvarlak pasta alınırdı Özsüt'ten. Ama bazen 2 katlı olurdu pasta. O zaman doğumgünü çocuğunun havasından geçilmezdi. Yavaştan ortaokula başlayan küçük Judy, doğumunu kuzenleriyle kutluyordu. Odasının duvarlarına okuduğu dergiden ne posteri çıksa onu asıyordu mal. Allahın belası Milli Vanilli ile ömründe dinlemediği Jason Donovan posterlerinin orada ne işi vardı, başka bir açıklaması yok. Ama Lewis adamını duvara asmakla ince zevkini o yaşlarda göstermiş olsa gerekti, kedi canını senin küçük Judy



Kuzenleriyle yaz tatillerinde çok eğleniyordu küçük Judy. Hele bir sene bahçede kurdukları çadırın tadı damaklarında kalmıştı. Çadırda yiyip içip sefa sürmüşler, büyükler de hiç gocunmadan onlara yemek ve içecek taşımıştı. Küçük Judy ile kuzenlerinin sefa pezevengi olacakları taa o yıllarda belliydi. Ulan ne içtiğinizi sanıyorsunuz, ayran içiyorsunuz veletler, havanız kime? :)))


Tabii o yılları anmışken, ananastan bahsetmemek olmaz. Ananas, o zamanlarda bulunmaz bir meyveydi. Meret, senede bir gün, yılbaşında eve alınırdı ve her seferinde üşenmeden ananasla hatıra fotoğrafı çektirmek, vakayı adiyeden sayılırdı. Fotoğraf çekimi için en şahane çingiş pembe eşofman takımını giyen küçük Judy, kıymetli ayısı felfecir gözlü Mişka'yı da çekim için özenle süsler; kulaklarına kurdeleler, efendime söyliyeyim, boynuna fular ne bulsa takıp takıştırırdı zavallı ayıcığa. Şimdiki çocuklara inanılmaz gelebilir ama o zaman öyleydi evladım!



Küçük Judy artık büyümüş, bıyık çıkartmış ve liselim moduna girmişti. Abileri onu hala küçük erkek kardeşleri olarak gördüğünden midir nedir, biraz erkek fatma tavırları vardı. Okula giderken giydiği çirkin gri etekten başka eteği yoktu. Delişmen, iri yarı birşeydi, o ne be öyle?


O yıllarda ilk kedisi Garfield ile tanışan Judy'nin isyankar stili de gözlerden kaçmıyordu. Dönemin modasına uygun, suratının yarısını kaplayan siyah çerçeveleri; ezik model uyuz atkuyruğu saçları, bir güzel parçaladığı yırtık jeans'i ile ergoşluğa merhaba demişti.


Doksanların ortalarına yaklaşırken Judy liseden mezun olmuş, deli danalar gibi üniversite sınavına çalışıyor idi. Kurslar, sınav stresi derken tatsızdı o günler. En büyük eğlencesi, Özgür arkadaşıyla, okulun yanında yeni açılan Akmerkez diye bir alışveriş merkezine gitmek, yürüyen merdivenlere inip binmek, marketten püskevit, kola alıp yemek katında oturup muhabbet etmekti:)

Özgür:)

1995 senesine geldiğimizde, küçük Judy babalar gibi bir bölüm kazanmış (buna girersen hemen iş bulursun, aç kalmazsın bölümü) ayrıca giyim stilinde değişiklikler yapmıştı. Bunlar onun Guns n' Roses yıllarıydı. En önemli aksesuvarı, Axl Rose bandanası idi. Fazla arkadaşı olmamasına şaşmamalı:) Günlerce yuvarlak John Lennon çerçevesi, mavi kareli Axl gömleği aramıştı. Bu kafayı taktığını arayıp bulma huyu ta o zamanlarda varmış küçük Judy'de.


Üniversite hazırlıkta, arkadaşlarının baskısıyla küçük Judy makyaj yapmaya başlamış, kızların hediyesi Revlon marka farı ve flormar marka o yılların modası kiremit rujuyla tipik doksanlar genç kızı olarak gezmeye çıkmıştı. Kaçınılmaz olarak permalı saçları kocaman kabarıyor, o lanet ruj silinip sadece dudağında bir çerçeve kalıyor, giydiği bermudalar hep kırışıyordu. Seksenlerde çocuk olmak ne kadar güzelse, doksanlarda yeniyetme olmak o kadar zordu sanki:)

permalı saçlar, kiremit rengi rujlar, evlerden ırak bir manzara:) 

Yavaş yavaş 20 yaşına gelirken, Judy'nin tarzı yine değişime uğramıştı. Limon mudur nedir antika bir markanın indiriminden kaptığı kadife ceketini sırtından çıkartmaz olmuştu. Ceket hala hayatta ve sağ ve Judy onu giymekte. Ama o kazağı o pantülün içine sıkıştırmak, bir de kemerle belini sıktırıvermek nasıl bir mantık idi, genç Judy hangi akla hizmet böylesine şuursuz giyinmişti açıklaması yok dostlar. En iyisi suçu 90'lı yıllara atıp kaçalım. O zamanlar adet öyleydi diyelim.


Hafakan getiren permadan kurtulmak için saçını kestiren Judy'nin odası hala posterlerle kaplıydı. Annesinin "aman odada yeşillik olsun" diye zorla sokuşturduğu papirüs (papirüs ne la, kağıt mı imal edecekmişiz acaba) bir köşede ilgisizlikten sararıp solarken, ona verilmeyen tüm sevgi gıdası, zavallı anneciğinin Eminönü'nden inleye inleye taşıyıp getirdiği goril bozması korkunç orangutan oyuncağa verilmekte idi.

Ayıcık, papirüs, japon abim ve muhteşem taytım, harika kazağımla ben:) 

O yıllarda, genç Judy ölüm diyetleri, lahana çorbaları ile zayıflayarak 48 kiloluk incecik bir kız olmuştu. Daha haberi yoktu ama artık aynı Kate gibi sıpsıska idi, bacakları bile incecikti o günlerde. Bir daha asla o kadar zayıflayamayacaktı. Ama sonunda çok hasta olup tedaviye başlamış, bir güzel kilo alıp dana gibi olmuş, sıska günlere elveda demişti.



Yavaş yavaş 2000 senesi gelirken, genç Judy eski pejmürde günlerine geri dönmüş, arkadaşlarıyla deli gibi içip eğlenerek üniversitede kalan en son günlerini zevkü sefa içinde geçiriyordu. Paraları yoktu ama neşeleri boldu, marketten aldıkları biraları balkonda içmek çok zevkliydi.


2000 herkesin dilinde idi : Milenyum! Yılbaşı gecesi teknolojik felaket yaşanacağı, bilgisayar sistemlerinin çökeceği aman efendim neler neler olacağı söylenmişti. 31 Aralık 1999 gecesi, Judy ve arkadaşları bir evde toplanmışlar, yiyip içip kutlama yapacakken akıllarına Taksim meydanına gitmek geldi. Artık nasıl yapıp ettilerse, tam geceyarısı, Athena'nın konser verdiği meydana ulaşmayı başardılar. 2000 senesine Taksim meydanında girmeyi başarmışlardı.



2000, üniversite hayatının bittiği seneydi Judy için. Yıllar sonra hayatımınn en güzel yılları diyeceği üniversite  döneminde İngilizce öğrenmiş, özgürce gezip tozmuş, deliler gibi içip sarhoş olmuş, İsveç'e, Macaristan'a, Japonya'ya giderek yurt dışı görmüştü. Ne yazık, kaygısız öğrencilik yılları artık sona ermişti. Gerçek hayat başlamak üzereydi.



Mezuniyet balosunda bir kere daha erkek fatmalıktan çıkıp uzun elbise ve hayatının en yüksek topuklarını giyen Judy'cik bütün gece dans edip kafayı çekmişti. Ah bir bilse, iş hayatı ne mendebur; mezun oldum diye hüngür sümük ağlardı herhalde.


Genç Judy deli gibi iş arıyordu. Hani ulan o bölümü bitirince şıp diye iş bulacaktı ha? Arkadaşları birer birer kapağı mis gibi şirketlere atarken, bizimki evde koca manda kasa bilgisayarda roman yazıp insan kaynakları gazetesini okuyordu. İnanılır gibi değil ama iş bulamıyordu. O da saçlarını kısacık erkek traşı kestirip eski arkadaşlarıyla içmeye gitmişti. O tarihlerde Fermentasyon isimli barda Eskici diye bir grubu dinlemeye giderlerdi sık sık. Cem Karaca şarkılarına bağırarak eşlik etmek ne zevkli idi.


2001 yılında, mezun olduktan 9 ay sonra, genç Judy şeytanın bacağını kırmış, kendine bir iş bulmuştu. Maalesef bir daha içinden çıkamayacağı bir sektöre adım attığından haberi yoktu:) Ama ne şanslıydı ki, kısa zaman sonra, can dostu Lady Charlotte ile burada tanışacaktı. Sık dişini Judy, az kaldı:)


2001 senesinde Judy'cik bir kayıp yaşadı. Kediciği Erol trafik kazası geçirip öldü. Ailesi bu gerçeği ondan saklasa da, Judy geceyarıları kendini sokağa atıp kedisini aramaya başlayınca, babası pat diye Erol'un öldüğünü söyledi bir gün. Judy iki hafta ağladı, ağzını bıçak açmadı. 2 haftanın sonunda ikiz kulelere uçak çarpınca kendine geldi. Yasına son verdi.


Aradan 1 sene geçtiğinde, Judy'cik yine değişmişti. Saçlarını biraz uzatmış, askılılar, denim eteklerle yaşına uygun spor bir görünüme kavuşmuştu. Hatta file çorap ve topuklu ayakkabı bile giymişti. Neyse sonra işyerinde asla file çorap giymemek gerektiğini öğrendi ve bu hatayı bir daha yapmadı.


Sene 2003 olmuş... Judy çalışıyor, haftasonları kafa çekmekten geri kalmıyordu. hala rahatsızlık duymadan Kameriye'ye gidip kocaman biraverleri devirebiliyor, bana mısın demiyordu. Hala gençti güçlüydü. Bir örnek tişörtleriyle garson kızlar gibi göründükleri o gece, Özgür'le kaç tane biraver içtiklerini hatırlamıyordu bile.


2004 senesinde Lady Charlotte ile Judy çok acayip birşey yapacaklardı ama henüz bunun ne olacağına karar vermemişlerdi. Şimdilik Taksim meydanında sucuk döner yiyip ayran içerek beyin fırtınası yapıyorlardı. O mereti ne zaman yeseler çırçır olurlardı ve henüz Refllor denen mucize ilacı keşfetmemişlerdi. O günlerde ne Sedergine bilirlerdi ne vitamin. Allahım, böyle herşeyi yer içerler, bana mısın demezlerdi. 20'li yaşlarda ve taşşş gibiydiler yaleppim:) Şimdiyse her gün "benim oram ağrıyor", "benim şuram tutmuyor," "bana doktor bunu verdi, sana ne verdi" türevinden konuşmalar yapıyorlar...



O senenin sonuna doğru, Cihangir'de Lady Charlotte'un doğumgününü kutladılar. Sadece 2 hafta sonra ise büyük projeleri hayata geçti : Bir blog! Blogun ne olduğunu bile bilmiyorlardı ama öyle bir moda vardı madem, biz de yapalım dediler ve ondan sonra bu hikayenin devamını, bütün maceralarını, seyahatlerini, hikayelerini, şiirlerini, dertlerini bu blogda anlatılar.

Judy & Lady Charlotte  - Ekim 2004

İşte Küçük Judy'nin hayatı böyle geçmişti, büyük Judy'nin maceralarını ise 2004 Kasımı ayından beri burada okuyorsunuz zaten. Böylece sondan başa gidip bir modaya daha uymuş oldum aman klavyeme sağlık dostlar:)

xo xo