Hastalıktan kırılıp 2 gün işe gidemedim, bari bloga çalışayım dedim ve kocaman, eski moda fotoğraf albümlerini indirip hayatıma şöööyle bir göz attım sevgili seyirciler. Kutlu doğum haftamın şerefine kendime İŞTE HAYATIMIZ formatı uyguladım. Bakalım hep sonunu okuduğunuz bu hikayenin başı nasılmış bir bir yazdım. Blog'un prequel filmi gibi oldu resmen:)
Küçük Judy, 1978 senesinin kocakarı soğuklarında, Taksim Acil'de, ailenin tekne kazıntısı ve de şımarık prensesi olarak dünyaya gelmişti. Böylece çocukluğunu seksenli yıllarda yaşamayı ve en şahane çizgi filmlerle büyümeyi garanti altına almıştı. Aferim uyanık!
Küçük Judy bildiğin yabani bir çocuktu. Poz vermeyi de hiç sevmezdi. Birinci yaşında fotoğraf stüdyosuna gittiklerinde, suratını ekşite ekşite lütfen bakmıştı kameraya
Üçüncü yaş fotoğrafı çekilirken poz versin diye babası o kadar maymunluk etmek zorunda kalmıştı ki, adamcağız fotoğraf çekilene kadar mosmor kesilmiş, bir daha da fotoğrafçıya filan gitmeyeceğini ilan etmişti
Halbuki birkaç sene sonra, küçük Judy'e bir kokoşluk gelecek, maşallah poz keser olacaktı. Pazar günleri babasının elini tutup Bebek Parkına giderlerdi. Küçük Judy kaydırağa çıkar, ama tepeden bakınca kaydırak pek yüksek görününce ağlayıp keko gibi tepede kalıverirdi. Yazık, babası o yaşına göbeğine bakmadan kaydıraklara tırmanır, kızı aşağı indirirdi. Ne çile çekmişti adamcağız küçük Judy yüzünden. Eve dönerken de o zamanların Süreyya Restoranının kapısındaki direklere tutunup dönmece oynarlardı. Küçük Judy de maşallah pozları verirdi arka arkaya. Ama yabaniliği devam ediyordu misafirliklerde babasının dizine yapışır bırakmaz, kimsye kendini elletmez, öptürmez, sevdirmezdi.
Küçük Judy siyah önlüğü, beyaz yakası ile okullu olmuştu. Atatürk büstünde yazan "Atam İzindeyiz" yazısını, izne çıktık, tatildeyiz diye anlıyor, "izne çıktıysak niye okula geliyoruz" diye düşünüp düşünüp işin içinden çıkamıyordu. Eh, Yakari, Musti gibi embesil çizgifilmlerle büyümekte olan bir yavrudan daha mantıklı çıkarımlar beklenemzdi herhalde. Ama artık düşünmesi gereken başka problemler vardı: 4. sınıftayken 23 Nisan töreninde küçük Judy balerin olmuştu. Dans adımlarını öğrenmesi gerekmekte idi.
Küçük Judy yavaş yavaş büyüyordu. Yani ebat olarak gerçekten irileşmekte idi. O çırpı hali gitmiş, genç irisi, dana gibi bir çocuk ortaya çıkmıştı. Hatta seksenlerin sonuna doğru Fenerbahçe'nin şampiyonluğunu bile dondurma yiyerek kutlamıştı. O arkadan beş kulak yapan da abisiydi herhalde:)
O yıllarda bebelere evde doğumgünü yapmak pek önemliydi. Şimdiki gibi şekilli,süslü püslü, yok arabalı, yok barbi bebekli pastalar yoktu. Bildiğin yuvarlak pasta alınırdı Özsüt'ten. Ama bazen 2 katlı olurdu pasta. O zaman doğumgünü çocuğunun havasından geçilmezdi. Yavaştan ortaokula başlayan küçük Judy, doğumunu kuzenleriyle kutluyordu. Odasının duvarlarına okuduğu dergiden ne posteri çıksa onu asıyordu mal. Allahın belası Milli Vanilli ile ömründe dinlemediği Jason Donovan posterlerinin orada ne işi vardı, başka bir açıklaması yok. Ama Lewis adamını duvara asmakla ince zevkini o yaşlarda göstermiş olsa gerekti, kedi canını senin küçük Judy
Kuzenleriyle yaz tatillerinde çok eğleniyordu küçük Judy. Hele bir sene bahçede kurdukları çadırın tadı damaklarında kalmıştı. Çadırda yiyip içip sefa sürmüşler, büyükler de hiç gocunmadan onlara yemek ve içecek taşımıştı. Küçük Judy ile kuzenlerinin sefa pezevengi olacakları taa o yıllarda belliydi. Ulan ne içtiğinizi sanıyorsunuz, ayran içiyorsunuz veletler, havanız kime? :)))
Tabii o yılları anmışken, ananastan bahsetmemek olmaz. Ananas, o zamanlarda bulunmaz bir meyveydi. Meret, senede bir gün, yılbaşında eve alınırdı ve her seferinde üşenmeden ananasla hatıra fotoğrafı çektirmek, vakayı adiyeden sayılırdı. Fotoğraf çekimi için en şahane çingiş pembe eşofman takımını giyen küçük Judy, kıymetli ayısı felfecir gözlü Mişka'yı da çekim için özenle süsler; kulaklarına kurdeleler, efendime söyliyeyim, boynuna fular ne bulsa takıp takıştırırdı zavallı ayıcığa. Şimdiki çocuklara inanılmaz gelebilir ama o zaman öyleydi evladım!
Küçük Judy artık büyümüş, bıyık çıkartmış ve liselim moduna girmişti. Abileri onu hala küçük erkek kardeşleri olarak gördüğünden midir nedir, biraz erkek fatma tavırları vardı. Okula giderken giydiği çirkin gri etekten başka eteği yoktu. Delişmen, iri yarı birşeydi, o ne be öyle?
O yıllarda ilk kedisi Garfield ile tanışan Judy'nin isyankar stili de gözlerden kaçmıyordu. Dönemin modasına uygun, suratının yarısını kaplayan siyah çerçeveleri; ezik model uyuz atkuyruğu saçları, bir güzel parçaladığı yırtık jeans'i ile ergoşluğa merhaba demişti.
Doksanların ortalarına yaklaşırken Judy liseden mezun olmuş, deli danalar gibi üniversite sınavına çalışıyor idi. Kurslar, sınav stresi derken tatsızdı o günler. En büyük eğlencesi, Özgür arkadaşıyla, okulun yanında yeni açılan Akmerkez diye bir alışveriş merkezine gitmek, yürüyen merdivenlere inip binmek, marketten püskevit, kola alıp yemek katında oturup muhabbet etmekti:)
|
Özgür:) |
1995 senesine geldiğimizde, küçük Judy babalar gibi bir bölüm kazanmış (buna girersen hemen iş bulursun, aç kalmazsın bölümü) ayrıca giyim stilinde değişiklikler yapmıştı. Bunlar onun Guns n' Roses yıllarıydı. En önemli aksesuvarı, Axl Rose bandanası idi. Fazla arkadaşı olmamasına şaşmamalı:) Günlerce yuvarlak John Lennon çerçevesi, mavi kareli Axl gömleği aramıştı. Bu kafayı taktığını arayıp bulma huyu ta o zamanlarda varmış küçük Judy'de.
Üniversite hazırlıkta, arkadaşlarının baskısıyla küçük Judy makyaj yapmaya başlamış, kızların hediyesi Revlon marka farı ve flormar marka o yılların modası kiremit rujuyla tipik doksanlar genç kızı olarak gezmeye çıkmıştı. Kaçınılmaz olarak permalı saçları kocaman kabarıyor, o lanet ruj silinip sadece dudağında bir çerçeve kalıyor, giydiği bermudalar hep kırışıyordu. Seksenlerde çocuk olmak ne kadar güzelse, doksanlarda yeniyetme olmak o kadar zordu sanki:)
|
permalı saçlar, kiremit rengi rujlar, evlerden ırak bir manzara:) |
Yavaş yavaş 20 yaşına gelirken, Judy'nin tarzı yine değişime uğramıştı. Limon mudur nedir antika bir markanın indiriminden kaptığı kadife ceketini sırtından çıkartmaz olmuştu. Ceket hala hayatta ve sağ ve Judy onu giymekte. Ama o kazağı o pantülün içine sıkıştırmak, bir de kemerle belini sıktırıvermek nasıl bir mantık idi, genç Judy hangi akla hizmet böylesine şuursuz giyinmişti açıklaması yok dostlar. En iyisi suçu 90'lı yıllara atıp kaçalım. O zamanlar adet öyleydi diyelim.
Hafakan getiren permadan kurtulmak için saçını kestiren Judy'nin odası hala posterlerle kaplıydı. Annesinin "aman odada yeşillik olsun" diye zorla sokuşturduğu papirüs (papirüs ne la, kağıt mı imal edecekmişiz acaba) bir köşede ilgisizlikten sararıp solarken, ona verilmeyen tüm sevgi gıdası, zavallı anneciğinin Eminönü'nden inleye inleye taşıyıp getirdiği goril bozması korkunç orangutan oyuncağa verilmekte idi.
|
Ayıcık, papirüs, japon abim ve muhteşem taytım, harika kazağımla ben:) |
O yıllarda, genç Judy ölüm diyetleri, lahana çorbaları ile zayıflayarak 48 kiloluk incecik bir kız olmuştu. Daha haberi yoktu ama artık aynı Kate gibi sıpsıska idi, bacakları bile incecikti o günlerde. Bir daha asla o kadar zayıflayamayacaktı. Ama sonunda çok hasta olup tedaviye başlamış, bir güzel kilo alıp dana gibi olmuş, sıska günlere elveda demişti.
Yavaş yavaş 2000 senesi gelirken, genç Judy eski pejmürde günlerine geri dönmüş, arkadaşlarıyla deli gibi içip eğlenerek üniversitede kalan en son günlerini zevkü sefa içinde geçiriyordu. Paraları yoktu ama neşeleri boldu, marketten aldıkları biraları balkonda içmek çok zevkliydi.
2000 herkesin dilinde idi : Milenyum! Yılbaşı gecesi teknolojik felaket yaşanacağı, bilgisayar sistemlerinin çökeceği aman efendim neler neler olacağı söylenmişti. 31 Aralık 1999 gecesi, Judy ve arkadaşları bir evde toplanmışlar, yiyip içip kutlama yapacakken akıllarına Taksim meydanına gitmek geldi. Artık nasıl yapıp ettilerse, tam geceyarısı, Athena'nın konser verdiği meydana ulaşmayı başardılar. 2000 senesine Taksim meydanında girmeyi başarmışlardı.
2000, üniversite hayatının bittiği seneydi Judy için. Yıllar sonra hayatımınn en güzel yılları diyeceği üniversite döneminde İngilizce öğrenmiş, özgürce gezip tozmuş, deliler gibi içip sarhoş olmuş, İsveç'e, Macaristan'a, Japonya'ya giderek yurt dışı görmüştü. Ne yazık, kaygısız öğrencilik yılları artık sona ermişti. Gerçek hayat başlamak üzereydi.
Mezuniyet balosunda bir kere daha erkek fatmalıktan çıkıp uzun elbise ve hayatının en yüksek topuklarını giyen Judy'cik bütün gece dans edip kafayı çekmişti. Ah bir bilse, iş hayatı ne mendebur; mezun oldum diye hüngür sümük ağlardı herhalde.
Genç Judy deli gibi iş arıyordu. Hani ulan o bölümü bitirince şıp diye iş bulacaktı ha? Arkadaşları birer birer kapağı mis gibi şirketlere atarken, bizimki evde koca manda kasa bilgisayarda roman yazıp insan kaynakları gazetesini okuyordu. İnanılır gibi değil ama iş bulamıyordu. O da saçlarını kısacık erkek traşı kestirip eski arkadaşlarıyla içmeye gitmişti. O tarihlerde Fermentasyon isimli barda Eskici diye bir grubu dinlemeye giderlerdi sık sık. Cem Karaca şarkılarına bağırarak eşlik etmek ne zevkli idi.
2001 yılında, mezun olduktan 9 ay sonra, genç Judy şeytanın bacağını kırmış, kendine bir iş bulmuştu. Maalesef bir daha içinden çıkamayacağı bir sektöre adım attığından haberi yoktu:) Ama ne şanslıydı ki, kısa zaman sonra, can dostu Lady Charlotte ile burada tanışacaktı. Sık dişini Judy, az kaldı:)
2001 senesinde Judy'cik bir kayıp yaşadı. Kediciği Erol trafik kazası geçirip öldü. Ailesi bu gerçeği ondan saklasa da, Judy geceyarıları kendini sokağa atıp kedisini aramaya başlayınca, babası pat diye Erol'un öldüğünü söyledi bir gün. Judy iki hafta ağladı, ağzını bıçak açmadı. 2 haftanın sonunda ikiz kulelere uçak çarpınca kendine geldi. Yasına son verdi.
Aradan 1 sene geçtiğinde, Judy'cik yine değişmişti. Saçlarını biraz uzatmış, askılılar, denim eteklerle yaşına uygun spor bir görünüme kavuşmuştu. Hatta file çorap ve topuklu ayakkabı bile giymişti. Neyse sonra işyerinde asla file çorap giymemek gerektiğini öğrendi ve bu hatayı bir daha yapmadı.
Sene 2003 olmuş... Judy çalışıyor, haftasonları kafa çekmekten geri kalmıyordu. hala rahatsızlık duymadan Kameriye'ye gidip kocaman biraverleri devirebiliyor, bana mısın demiyordu. Hala gençti güçlüydü. Bir örnek tişörtleriyle garson kızlar gibi göründükleri o gece, Özgür'le kaç tane biraver içtiklerini hatırlamıyordu bile.
2004 senesinde Lady Charlotte ile Judy çok acayip birşey yapacaklardı ama henüz bunun ne olacağına karar vermemişlerdi. Şimdilik Taksim meydanında sucuk döner yiyip ayran içerek beyin fırtınası yapıyorlardı. O mereti ne zaman yeseler çırçır olurlardı ve henüz Refllor denen mucize ilacı keşfetmemişlerdi. O günlerde ne Sedergine bilirlerdi ne vitamin. Allahım, böyle herşeyi yer içerler, bana mısın demezlerdi. 20'li yaşlarda ve taşşş gibiydiler yaleppim:) Şimdiyse her gün "benim oram ağrıyor", "benim şuram tutmuyor," "bana doktor bunu verdi, sana ne verdi" türevinden konuşmalar yapıyorlar...
O senenin sonuna doğru, Cihangir'de Lady Charlotte'un doğumgününü kutladılar. Sadece 2 hafta sonra ise büyük projeleri hayata geçti : Bir blog! Blogun ne olduğunu bile bilmiyorlardı ama öyle bir moda vardı madem, biz de yapalım dediler ve ondan sonra bu hikayenin devamını, bütün maceralarını, seyahatlerini, hikayelerini, şiirlerini, dertlerini bu blogda anlatılar.
|
Judy & Lady Charlotte - Ekim 2004 |
İşte Küçük Judy'nin hayatı böyle geçmişti, büyük Judy'nin maceralarını ise 2004 Kasımı ayından beri burada okuyorsunuz zaten. Böylece sondan başa gidip bir modaya daha uymuş oldum aman klavyeme sağlık dostlar:)
xo xo